8 Haziran 2008 Pazar

DENİZ ATININ DİŞLERİ




DENİZ ATININ DİŞLERİ



Güneş, sıranın kendisine gelmesinin verdiği şımarıklıkla nazlı nazlı doğarken, her bir ışık huzmesi, annesinin elini bırakıp ta özgürce parka yayılan yaramaz çocuklar gibi dağılıyordu etrafa ve Anne Güneş az önceki mağrur edasını bir yana atarak yaramaz evlatlarını düzene sokma peşinde tatlı bir telaş içinde bulmuştu kendini.

İşte bu yaramaz yavru ışınlardan biri keskin ve ateşli mızrağını doğrultmuştu Ayvalık Sokaklarının bodur evlerinden birinin yatak odasına. Zülfikar’ın esmer poposu yorganın altından bir ayna edası ile meydan okurken yaramaz ışına, keskin bir acı ile fırladı Zülfikar yataktan. Kan ter içinde kalmışken ne olduğunu anlamaz bir şekilde ovuşturdu poposunu, bir böcek ısırmışçasına acırken poposu odasının camının mercek vazifesi ile yaramaz ışına yardım ve yataklık ettiğini anlamayacak kadar uyku mahmuru idi.

Saatine baktı dehşetle bir şey hatırlamışçasına ve yataktan öyle bir attı ki kendini, ayaklarına dolanan pikenin sinsi tuzağına düşüp kendini yerde buldu, okkalı bir küfür savururken, tişörtten bozma yazlık pijaması da çoktan kafasına geçmişti bile. Anlaşılan bugün evrendeki tüm varlıklar – güneşinden pikesine- Zülfikar’a şaka yapmak için anlaşmıştı.

Bir müddet yerde pes etmiş bir şekilde uzandıktan sonra tüm gücünü toplayarak üzerinde ne var ne yok çıkardı Zülfikar, artık hiçbir varlık kendisinin yoluna çıkamayacaktı, bir zafer edası ile anadan doğma bir şekilde kollarını “güç bende artık” diye iki yana açarak tek kaşı kalkık çapaklı gözleri ile bakarken gardrobun aynasına, kader, güneş ve yaramaz ışınlarla bir olmuş, yollamıştı ninesini odaya o anda.

Kapının hızlıca açılması ile donan suratlar, yere düşen kahvaltı dolu tepsi, minik ellerle kapatılan bacak arası ve ardından yatağa bir ok gibi uçma hareketi…


- Zülfikar sen ne yapıyorsun?!?

- Ya git nine ya, kaç kere odama izinsiz aniden girmeyin dedim ya, diye bağırırken bir yandan az önceki yaramaz pikeyi tekmeleyip bacaklarını örtüyordu.

- Şu anda limanda olup gelen turist kafilesini karşılıyor olman gerekirken sen Zeus Heykeli gibi poz mu veriyorsun aynanın karşısında, seni Allah ne yapmiya, haydi aşağı gel bir an önce bir şeyler atıştır, Rüştüler az önce zili çaldılar, onlar varmıştır iskeleye diye söylenirken alalacele yere dökülen zeytinleri ve süt bardağının cam kırıklarını temizliyordu.




Güneş artık ortama hakim olmanın tadını çıkarırcasına oturmuş elişini yaparken yaramaz ışınlarını gözlüğünün altından kontrol ediyordu. Yaşlanmıştı artık, evrenin düzenine ayak uyduramayacak kadar bitkindi, küresel ısınmanın ek mesaileri onu vaktinden önce yaşlandırmıştı.



Esmer poposunu bisikletin selesine yerleştiren Zülfikar tek eli ile yer iken ninesinin hazırladığı sandviçi, diğer eli ile hızlıca direksiyonu yönlendiriyor, bir an önce iskeleye varmak için acele ediyordu. Bugün çok özel bir gündü. Senelerdir düzenlenen Ayvalık Şenliği için Rum konuklar gelecekti.


Kısa bir bisiklet yolculuğunun ardından vardı iskeleye. Her yerde balonlar, stantlar, dondurmalar, Rum müzikleri ve ardından Türkçe versiyonları ile iskele adeta bir karnaval havasına girmişti. İleride görünce arkadaşlarını, pedallara daha da hızlı yüklenerek vardı yanlarına. Hepsi pür dikkat komik suratlı belediye başkanını dinliyor, bir yandan da söylediklerini tekrar ederek aralarında kahkahaya boğuluyorlardı. Oldum olası bu patates suratlı, kahverengi takım kıyafetli ve komik bıyıklı adama gülerlerdi. Gülünmeyecek gibi değildi, her konuşmasında bir pot kırar, köylüsünden şehirlisine herkesi kahkahaya boğardı. Bir keresinde komikliği yetmiyormuş gibi kürsüye çıkar çıkmaz adamı poposundan arı sokmuştu, çığlık bile atamamıştı zavallı adam, biraz izin istemiş kıpkırmızı suratla indikten sonra kürsüden karısının telaşlı telaşlı bakkala yönelip yoğurt almasının ardından umumi bir wc’de yoğurda boğmuşlardı poposunu, e haliyle bir daha kürsüye çıkamamıştı o gün.

İşte yine komik yüzü ile yaparken konuşmasını görüldü ileriden Rum Teknesi. Uzaktan müzik notalarının gökyüzüne süzülüşü bile görülürken yakınlaştıkça meydana bir sessizlik hakim oldu, başkan konuşmasını bitirmiş, iskelenin en önünde konukları karşılamak için yerini almıştı bile.

Zülfikar yerinde duramıyordu, heyecandan sürekli tuvaleti geliyordu ama tuvalete giderek eğlencenin en ufak bir noktasını bile kaçırmak istemiyordu.



Güneş bile pür dikkat yaklaşan motoru izlemekte idi o vakit elindeki elişini bir yana bırakmış…



Yaklaşan motorun pır pır eden sesinden başka bir ses kalmamıştı ortalıkta. Motordaki müzik de kapatılmış heyecanlı bir ambians yaratılmıştı meydanda. İyice yaklaşan motorun içindeki yüzler daha da bir belirginleşirken kırmızılı yeşilli elbiseli güzel Rum kızları dikkat çekmekte idi. Az önceki oynak Rum müziklerinin bedenlerinde yarattığı kıvraklık yerini sukunete bırakmış hepsi mermerden bir heykele dönüşmüştü sanki, böyle düşünüyordu Zülfikar bu manzara karşısında.

Motorun iskeleye yanaşmasının ve içindeki turistlerin bir zamanlar dedelerinin yaşadığı topraklara ürkek bir misafir gibi inmelerinin ardından belediyenin hazırlamış olduğu Rumca karşılama müziği çalmaya başladı. Müziğin başlaması ile birlikte o heykellerin vücutlarının üzerindeki mermer tabaka çatlamıştı, ilk çatlama gülümseyen yüzlerinden başlamıştı. Bir hareket silsilesi sarmıştı ortalığı, birbirini ilk defa gören bu insanlar kırk yıllık arkadaşlarmışçasına candan ve sıcak bir şekilde kucaklaşıyorlardı. Türkçe ve Rumca sevinç kelimeleri uçuşuyordu etrafta. Herkes birbirine sarılıyordu, herkes çok mutluydu, yıllar önce karşılıklı evlerinden uzaklaştırılan azınlıkların torunları o yılların acısını çıkarırmışçasına kol kola yürümeye başlamışlardı meydanda, kimi stantlardaki içeçeklerden almış, kimi elmalı tartları yemeye başlamış kimi ise karaya ayak basar basmaz kısmi olarak Sırtaki’ye başlamıştı. Ayvalık’ın insanları ne kadar biliyor ise Sirtakiyi, Yunanistan’dan gelen konuklar da sirtakinin ardından Ege Halk Oyunlarına eşlik edebilecek kadar biliyordu Türk Oyunlarını.

Ancak bir sorun vardı.

Tüm hareketliliğin içinde hareketsiz kalmış biri vardı ki o da Zülfikar’dan başkası değildi. Bir ceylanı fark eden aslan gibi doğanın ortasında donakalmış izlemekte idi onu. Daha önce tanımadığı bir duygu idi, ne olduğunu kendi de kestiremiyordu Zülfikar. Hormonları sabahki güneş ışınları gibi vücudunun içinde bir oradan bir buraya zıplayıp dururken kalbi pır pır ediyordu. Aşık olmuştu Zülfikar, ilk defa aşık olmuştu. Basilia’ya aşık olmuştu.
Bembeyaz vücudu, buğday rengi saçları ve kıpkırmızı dudakları ile usta bir heykeltıraşın elinden çıkma heykellere benziyordu antik dönemden kalma. Mavi elbisesi ile uyumlu mavi bir çantası vardı, beyaz babet ayakkabıları ile sanki az sonra bir bale gösterisi yapacak gibi hazırda bekliyordu adeta.

Kafasına düşen bir stant reklam tabelasının etkisi ile kendine geldi Zülfikar. Bir anda şimşekler çakmıştı sanki beyninin ortasında, birkaç saniye karardıktan sonra ortalık ardından gözlerini açması ile Basilia’nın elleri ile ağzını kapatarak kendisine kikirdediğini gördü. Esmer suratı bordo bir renk almaya yüz tutmuşken namludan çıkmış bir kurşundan daha da atik bir şekilde meydandan yok oldu Zülfikar. Basilia bile az önce gördüklerinin bir yanılsama olduğuna inanmıştı Zülfikar’ın bu ani kayboluşunun ardından.



Gülümsüyordu Güneş koltuğunda, gülümsemesi yerini kahkahalara bıraktı esmer oğlan Zülfikar’ın başına gelenleri düşündükçe…



Hızlıca pedallara basa basa eve gidiyordu Zülfikar. Önce aşkı tanımış ardından utancı yaşamıştı. Tişörtü utançtan sırılsıklam olmuştu, bir fişek edası ile eve girdi, hızlıca merdivenleri çıktı ve yatağına attı kendini Zülfikar. Ağlıyordu, daha önce hiç bu sebepten ağlamamışçasına yabancı idi bu sebepler onun dünyasına. Bir acı vardı kalbinde, bir de heyecan, meydan savaşı yapıyordu bu iki duygu ancak savaşın darbeleri yakıyordu bedenini Zülfikar’ın.

Saatlerce yatağından çıkmamış yemek bile yememişti. Ağlamaktan yorulmuş bedeni acıkma nedir onu bile unutmuşken aklına dahiyane bir fikir geldi Zülfikar’ın. Bu utançtan ancak bu şekilde kurtulacağını keşfetmiş olmanın verdiği mutluluk ile çıktı yatağın içinden yine bir fişek gibi.

Banyoya koştu hızlıca. Çok mutlu idi, histerik kahkahalar atıyordu yalnız başına evde. Ufak tabureyi kaptığı gibi banyo dolabının içine ufak bir karton kutunun içindeki bardağa gizlice yerleştirdiği ölü denizatını çıkardı kutusu ile birlikte. Öyle heyecanlı ve aceleci idi ki hızlıca odasına koşup okul kitaplarının arasından süslü bir defter kabı buldu ve hediyesini özenle sardı. Bir yandan da içindeki su dökülmesin diye özenle hareket ediyordu.

Kağıdı sardıktan sonra kenarlarından selobantla yapıştırdığı gibi fırladı odasından, hızlıca inerken merdivenleri, açtığı gibi evin dış kapısını, atladı bisikletine doğruca meydana koştu.


Meydandaki herkes dağılmış, dağınık gruplar halinde çarşıyı ve sahili geziyorlardı. Daha da hızlı bastı pedallarına bisikletinin Zülfikar. Gözleri Basilia’yı arıyordu ama hiçbir yerde yoktu Basilia. Bir saat tüm çarşıyı ve sahili tekrar tekrar turladıktan sonra bahçeli bir evin önünden geçerken ayran içen Basilia ile göz göze geldi. Nasıl bastı ise frene artık tepe taklak düşmesi bir oldu Zülfikar’ın Basilia’yı görmesi ile… Basilia’nın o tanıdık kikirdemesi bile az sonra vereceği orijinal hediyenin kendisinde yarattığı özgüvenin önüne geçemezdi.

Usta bir uçak pilotu edası ile indi zaten yarı inmiş olduğu bisikletinden Zülfikar. Elindeki paketi ellerini arkasında kavuştururak sıkıca tutar iken, madalyonlu bir asker edası ile Basilia’ya bir göz kırpıp yanına çağırdı. Basilia şaşkın bir şekilde omzunu silkip arkasını dönünce Zülfikar’ın kuru kumdan yapılı karizması darbeler alıyordu almasına ama vazgeçmeyecekti. Tekrar kendisine bakan Basilia’ya elindeki süslü hediye paketini gösterdi uzaktan. Basilia gülümsedi, eli ile “bana mı?” işareti yaptı. Zülfikar bu sefer bir astronot kadar karizmatik ve kendine güvenli idi. “Evet sana” anlamında başını salladı. Basilia küçük ayaklarının yarattığı balerin adımları ile kendisine ilerlerken Zülfikar hafiften titremeye başlamıştı. Birkaç adımda yanına gelen Basilia’ya süslü paketi verdikten sonra “Bunu ben denizde yakaladım iki gün önce “ diye sanki sağır bir insanla konuşurmuşçasına bağırıyordu. “Ben” diyordu, eli ile kendini göstererek, “bunu” diyordu denizatını göstererek , “denizde” denizi göstererek. Basilia gülümsedi ve arkasını dönüp utangaç bir şekilde ailesinin yanına kaçtı.

Zülfikar’ın havasını değil bir Amerikan Ordusu tüm dünya birleşse yıkamazdı artık. Öyle bir havaya girmişti ki arkadaşlarının yanına varmak üzere pedallarına basarken bisikletinin, adeta uçuyordu havalarda.

Yavaş yavaş hava kararırken bir müddet arkadaşları ile sahilde vakit geçirdikten sonra eve uyumaya gitti Zülfikar. Yorgundu ama başarılı idi, mutlu idi hem de çok.



Güneş, Ay Dede ile nöbet devrini gerçekleştirdikten sonra yaramaz ışın parçacıklarını da toplamış evine uyumaya gitmiş, derin bir uykunun ardından, saatler geçtikten sonra tekrar nöbeti yaşlı Ay Dede’ den devralmış, yeni doğan günün habercileri horozlara ilk ışınlarını göndermişti bile.



Sabah çalan saatin zili ile fırlayarak yatağından kalktı Zülfikar. Kalkar kalkmaz aklına ilk gelen şey idi Basilia. Dünyanın en güzel kızı Basilia. Birazdan onları götürecek olan motor meydandan kalkacak idi. Ona veda etmesi gerekiyordu, hızlıca üzerine en güzel giysilerini giyip kahvaltı bile etmeden koyuldu yola. Pedallarla dans ediyordu ayakları, elleri direksiyon ile tango yaparken, poposunun bisikletinin selesi ile salsasına tanık oluyordunuz, işte öyle mutlu idi Züilfikar.

Birkaç dakika içinde iskeleye varmıştı. Bisikletini bağladığı gibi meydana, iskeleye doğru koşmaya başladı. İnsanların arasında telaşlı telaşlı bir oradan bir buraya koşturup gözleri ile Basilia’yı arıyordu ki motorun üst katında göz göze geldi Basilia ile. İlk gördüğü anki gibi dondu kaldı, dudaklarının bitiş çizgisi varırken kulaklarına, kafa birkaç derece yana eğilmiş, ağzı açılmıştı. Dün kazandığı o karizmatik görüntünün yerinde yerler esiyordu, aptal aşık idi şimdi Zülfikar.

İşte bu hava Basilia’nın Zülfikar’a birkaç saniye bakıp da kahkahalara boğulmasının ardından daha da aptal bir görünüme büründü, üstelik Basilia’nın kahkahaları ile motordakiler de dönüp Zülfikar’a bakmaya başlamışlar, kahkahalar atıyorlardı. Anlam veremedi zavallı Zülfikar, bir yandan Rumca kelimeler havada uçuşuyor, bir yandan kahkahalar motorun ikinci katından ufak kaya parçacıkları gibi kafasına kafasına atılıyordu sanki. Basilia durmuyordu, kahkahaları yuvarlanan bir kartopu nasıl gitgide büyürse öyle büyüyordu işte. Anlam veremiyordu Zülfikar olan biten her şeye motorun iskeleden ayrılan görüntüsü eşliğinde kafasının etrafında uçuşan soru işaretleri müzik notalarının ve kahkahaların arasında kayboluyordu…

Kalbi kırık, gücü tükenmiş, yüzü düşmüş bir şekilde etrafına bile bakmadan eve dönmeye karar verdi. Az önce meydana bağladığı bisikletine atlayıp enerjisi tükenmiş bir şekilde tuttu evin yolunu. Mutsuz ve ağlamaklı bir şekilde eve giren Zülfikar’ı ninesi holde karşılayıp ve kahvaltıya çağırınca bu kırık aşk hikayesini zengin bir kahvaltı ile sonlandırmaya karar vermiş, masadaki yerini almıştı. Yavaş yavaş atarken lokmaları ağzına gözyaşları gözpınarlarına asılı kalmış akmamak için yerçekimine inat direniyordu.

Kahvaltısını bitirip odasına çıkmaya koyulmuştu ki ninesinin kendisine seslendiğini ve hatta söylendiğini işitti;

- Kör olasıca evde bir koyduğum bir şeyi de bir kere bulabilsem, nerde bunlar lanet olsun bir kahvaltı da mı yapamayacağım ben,

- Nine neyin var? Neden bağırıyorsun?

- Ben bağırmayım da kimler bağırsın, ilaç saatim geçti kahvaltı yapıp ilaçlarımı içemiyorum,

- Neden ki?

- Neden olacak takma dişlerim kırıldı, eskisini de banyo dolabına kaldırmıştım böyle günlerde lazım olur diye bulamıyorum şimdi, hayır kim ne ister takma dişlerimden bir anlasam kaldım böyle dişsiz dişsiz,

- Nine!?! Takma diş mi dedin? Banyo dolabı mı dedin? Nine sen ne yaptın? Takma dişlerini benim denizatımın olduğu kavanoza mı koydun?

- Ha evet bir baktım içinde garip bir şey, gözlerim de seçemiyor zaten, döktüm klozete bir güzel çamaşır suyu ile yıkadım kavanozu, attım eski takma dişlerimi içine, ondan iyi kavanoz mu bulacaktım ama hay aksi nerdeki şimdi? Neclaaaa Neclaaaa kızım sen gördün mü benim kavanozu?… Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi… Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…


Dünya başına yıkılmıştı Zülfikar’ın, şu kısacık ömründe hiç bu kadar mağmaya yolculuk yapmak istediğini düşünemezdi Zülfikar. Yer yarılsa da içine girse yetmezdi, o şimdi uzayın derinliklerine doğru yol almak, evren de asılı kalmış sönük bir yıldız kadar uzaktan Basilia’ya bakmak istiyordu, kim bilir belki gökteki her bir sönük yıldız böyle bir utancın tohumu idi…


08.06.2008

SERPİL KÖSE


NOT:Ekteki çocuğun fotoğrafı tarafımca Ayvalık'ta 18 Mayıs 2008'de çekilmiştir.



20 Mayıs 2008 Salı

Ayvalık Sabun Fabrikasında Bir Beyaz Baldır...


Ayvalık'ta yorgun ve bitkin bir şekilde sabun fabrikasını gezen küçük kız rastlar duvarda bu fotoğrafa...


Şimşekler çakar, yıldırımlar düşer bir yerlerde su yüzü görmemiş topraklara...


Tıpkı masallarda yada mitolojide anlatılan bir kahramanı keşfetmişçesine şaşkındır küçük kız çünkü binlerce kilometre ötede rastlamıştır "beyaz baldır" ve "kızıl saç" kompozisyonuna... Hacca gelmiştir lakin o bu topraklara...



Az sonra "Şeytan Sofrası"na çıkacaktır...
...

Çoktan girmiştir de şeytan beynine, nüfuz etmektedir kalbine şimdi,

Önce ensesinde gezinir sessiz sessiz,

Ardından kulağına fısıldar;

- Çek fotoğrafını gönder ona, kutsal beydaz baldır uğruna...

- Yapamam, ondan nefret ediyorum...

- Etme, nefreti yalnız ben ederim, sen etme, yalnızca çek fotoğrafını beyaz baldırın,

- Çekemem o bunu haketmemekte...

- Bırak böyle daha da acı çekecektir, yalanlarının demirden zinciri boynundan tutup anılara çekecektir, inan bana bak böyle daha çok acı çekecektir...


Küçük kız basar deklanşöre şöyle bir bakar etrafa, şeytanı kendisinden başka gören olup olmadığını merak etmektedir çünkü bir buçuk yıldır kırmızı şeytan kendisinin peşini bırakmamaktadır.


...


Küçük kız hastadır...

Rahatsızlık nefesini darlaştırırken hasta yatağında, fotoğraflarını dosyalamaktadır.

Huzurun ayağını bile atmadığı sıcacık yatağına az sonra şeytan uğrayacaktır...

...


Ufak bir rüzgar hissedilir odada, kekremsi bir koku siner perdelere, ardından rüzgar gülünün sesi karışır baharın taze sokağına,

...

- Hadi gönder ona fotoğrafı,

- Göndermeyeceğim, nefret ediyorum ondan...

- Etme, nefreti yalnız ben ederim, sen etme, hadi gönder fotoğrafını beyaz baldırın,

- Gönderemem lakin o bunu haketmemekte,


- Bırak böyle daha da acı çekecektir, beyaz baldırların pamuksu yumuşaklığı kalbine bir balyoz gibi inecektir, inan bana böyle daha çok acı çekecektir...

...


Küçük kız basar gönderme tuşuna...

Ardından ufak bir baş ağrısı...

Dağınık yatak..

Üşümüş ayaklar ufak...

Bardaktan yere dökülmüş zehir kalıntısı...

Şeytanın yatakta bıraktığı çöküntü...


SERPİL KÖSE


3 Mayıs 2008 Cumartesi

1 Mayıs Üzerine Notlar

S. Köse


Herkesin bildiği gibi yani en küçük bir “küçük burjuvanın” bile bildiği gibi 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kökenleri Avustralya’daki işçilerin uzun iş saatlerini protesto etmelerine dayanır. Avustralya’da başlayan bu hareket dünyada geniş bir yankı uyandırdıktan sonra ilk başta çok ilginç olarak Amerikalı işçilerden destek görür. Bu işçiler çok ağır şartlar altında yaşarken sigortasız ve sosyal haklardan bağımsız çalışıyorlardı. İşte sessiz ve sakin olarak başlayan bu protesto gösterisinin bu kadar yayılacağını ve kitlesel bir harekete dönüşeceğini tahmin etmezken kimse o zamanlarda, yıllardır ezilmiş, hor görülmüş olmanın verdiği kinin de yarattığı güç, bir şimşek gibi düştü kapitalizmin ortasına…

Benim küçüklüğümde Türkiye’de de tatil iken şimdi dünyanın birçok yerinde tatil olmasına rağmen Türkiye’de tatil olmadığı gibi medya ve iktidar elinden geldiğince halkı bu eylemden korkutarak uzaklaştırmaya ve hatta basit bir “bahar bayramı” havası yaratmaya çalışıyor, eylemi, kitlesel hareket etmeyi bir “öcü” gibi gösterirken en ufak bir çocuğun bile aklına “ gaz maskeli” korkunç yüzlü elinde copu olan polis amcalarının imgelerini yerleştiriveriyor.

1 Mayıs’ın yani emeğin yüceltildiği bu bayramın beyinlerde çağrıştırdığı kelimelerden bahsetmekle başlayalım önce…
1 Mayıs…
Emekçiler…
Emekçi bayramı…
Emekçilerin hakkının korunduğu bayram…
Peki emekçi nedir?

Alnın teri ile, namusu ile, bileğinin gücü ile hatta yakasının rengine bağlı olarak kimi zaman beyninin gücü(!) ile kimi zaman çok uzun saatler altında, kimi zaman çok zor şartlar altında hayatını devam ettirmek için belli bir para, yemek yani karşılık beklentisi ile emeğini satan kişidir. Günümüz emekçisi artık bir inşaat işçisi, bir madenci yada bir hamal olmaktan çıkmış modern plazalarda çalışan bankacılar, muhasebeciler, iç denetimciler, danışmanlar şekline bürünmüştür. İşte bu modern köleler bir hamalın küfesinin ağırlığınca baskı ve ego tatmini altında çalışırken, her geçen gün bir üst amiri tarafından tabiri caiz ise laf ile dövülürken tıkır tıkır işlemektedir kasası. Her işittiği aşağılama, her yediği laf bir bir çizerken kişiliğinin ince camdan yapılmış çerçevesini, kasası daha da şişmektedir ancak gel gelelim modern kölenin çalışmaktan para harcamaya vakti yoktur. Köledir zinciri “altın”dan yapılan, yemeğinin içinde inek sütü yerine kuş sütü olan… Boynundaki manyetik kartlarla girer plazaya, çıkarken manyetik kartı ile çıkar ki bilsin sahipleri hangi saatte hangi alanda olduğunu. Yeri gelir gece 3’de uyandırılır modern köle, sonra bir kelebeğin ömründen daha kısa tatil gününde sahilde duyar patronun sesini, oysa o sadece denizdeki dalgalarının sesini duymayı ummuştu. “Profesyonellik” adı altında tabiri caiz ise kişiliğine darbe üstüne darbe yerken bir de duymasın mı patronunun bir zamanlar sosyalist olduğunu.

Kafası karışmıştır “modern köle”nin.

Kafası zaten her daim karışıktır “sosyalist” geçinen “duyarsız” faşistlerle tanıştığında.

İşte bu modern kölelerden biri üniversite sıralarında okurken sosyalizmi sağda solda çok geç de olsa bulduğu yasaklı kitaplardan, önce bembeyaz defterine şöyle yazdı…

Bölüm 1;

Sevgili Günlük,

Bugün “komunizm” diye bir kelime öğrendim. Yıllardır bizim ailede lafı geçer dururdu, babam için “Ahmet Bey iyi de, ah bir de komunist olmasa” “Düzelir canım düzelir, yaşı ilerlesin o da bulur Hakk yolunu” “Sahi bulur demi ya, yazık adama…”

Sevgili Günlük, bak aramızda kalsın sana ne diyeceğim “komunizm” o kadar da kötü bir şey değilmiş. Hani çok sevdiğim bir arkadaşım vardı ya adı “Sinan”, hani sana hep anlatırdım, üniversitenin kapısındaki mendilci çocuğa her gün poğaça alan Sinan canım işte. Biliyor musun o komunistmiş… Demek ki neymiş, komunist kötü bir şey değilmiş.

Bölüm 2;

Sevgili Günlük,

Bugün Sinan’ı polisler götürmüş. Daha geçen hafta Mardin’deki bir okula kitap ve kırtasiye malzemeleri toplamak için afiş asıyorduk ya, işte orada ben anlamıştım zaten, polisler bize kötü kötü bakıyordu. Söylesene Günlük, bunun neresi kötü? Dünyadaki tüm milletlerin kardeş olmasını istemenin, Mardin’deki kardeşimizi de unutmamanın neresi kötü Günlük? Hor görülen, ezilen, insan yerine konulmayan bir işçinin hakkını savunmanın sonra o çirkin savaşlara karşı çıkmanın neresi kötü Günlük? Hadi bir kere de cevap versene bana?

Bölüm 3;

Sevgili Günlük, Sinan’dan bir haftadır ses yok. Geçen gün konuşurlarken duydum, annesi babası perişanmış, hayatından şüpheleniyorlarmış Sinan’ın. Anayasayı tağvir, tebdil veya ilga etti diyorlar sağda solda. Ben anlamadım şimdi Sinan anayasayı ne yapmış ne yapmış?

Bölüm 4;

Sevgili Günlük, Çok korkuyorum, bir daha sana yazmayacağım. Çok üzüntülüyüm. Sinan ölmüş, kendini astığını söylemiş polisler. Annesi babası perişan, ama ben sana bir şey diyeyim mi Sinan kadar hayatı ve hayatın içindekileri seven ve hayatı daha güzel kılmaya çalışan ateşli bir insan kendini asla asmaz. Çok korkuyorum Günlük, Sahi komunizm bu kadar kötü bir şey mi ona inananı öldürüyorlar?




İşte böyle... Sosyalizm ve/veya(!) Komunizm… Özünde insan sevgisi, özünde emeğe saygı, özünde hayatı daha eşitli kılma çabası, ezilene, emekçiye saygı, bu doğrultuda en çok ezilen, en çok hor görülen modern yada modern olmayan kadına saygı, kadının emeğine(!) saygı, cinsiyetine saygı… İnanıyorsa bir insan eğer komunizme, sosyalizme yürekten, alsa da teknik tüm bilgileri kitaplardan, donatsa da dağarcığını en süslü “sosyalist” kelimelerle, sloganlarla, dürüst olmalı o insan dürüst, namuslu olmalı, çıkarmalı yalanları hayatından,“emek” denilen yerde şöyle bir durmalı, silkinmeli bir iyice. Sosyalizm kimsenin tekelinde değil, sosyalist olmadan önce “insanlık kursu” almalı insan, kimi bir defa almalı, kimi on defa almalı ama ille de almalı. Asmalı bürosunun duvarına anlı şanlı “insanlık “ diplomasını sonra ağzına almalı 1 Mayıs’ı…

Dünyada hiçbir zaman tek bir rejim, tek bir felsefse her yanıyla mükemmel olamaz ama erdemli insan her felsefenin en güzel, en insancıl, en insanlığa faydalı davranış biçimlerini alıp özümsemeli, sentez yapmalı ki taaa yüzyıllar öncesinden beri kafasını patlatıp da felsefi kuramları oluşturan filazofların kemikleri sızlatmasın acı acı…

Emektir sosyalizm, dürüstlüktür, temizliktir, namustur, cesurluktur, kendinden önce hep başkasını düşünebilmektir, hayatın merkezine kendi egosunu koymadan karşısındaki koymaktır,

Saygıdır Sosyalizm, düşenin kolundan tutup da kaldırmaktır, bir tekme daha atmak değil, “yalan” yoktur sosyalizmde, olmamalıdır gerçekleri çarpıtma, artistlik değildir Sosyalizm internet sayfalarında hava atılacak, Sosyalizm Che Guevera tişörtü giymek değildir yada onun fotoğraflarını koymak internet sitelerine, her konuşmada Nazım Himekt’ten ezbere alınmış beylik kıtaları sıralamak ve en önemlisi kadın avlamak değildir bu dizelerle.

Dürüstlüktür Sosyalizm. Emektir… Emeğe saygıdır… Bunların hiçbiri değilse bile en azından “olmadığın gibi görünmemektir Sosyalizm”…

Temizdir…

Tertemizdir…

29 Mart 2008 Cumartesi

Etekliğin Altındaki Hazine



ETEKLİĞİN ALTINDAKİ HAZİNE

Küçüktüm, ufacıktım, cami avlusunda en küçük madeni paranın ancak iki katı kadar olan ufak ellerimizi tanıdık tanımadık herkese açmamız öğretilmişti, saçlarımızın daha renginin ayırdına varmadan başörtüsü takar, cinsiyetimizi bile anlayamadan karşı cinsi uzak durulması gereken ayrı canlılar ayrı dünyalılar olarak görürdük. Bilmediğimiz tehlikelerinin olduğu anlatılırdı fısıltılarla, erkek çocuklarını içlerinden her an yeşil uzaylı yaratıklar çıkacak sanırdık, uzak dururduk.

Okumayı öğrenmeden öğrendik Kuran okumayı, komşunun oğlu Adem ile camide neden ayrı oturacağımızı bile anlayamadan dinimizde kadının görevlerini öğrenir olmuştuk daha kadın olmadan. Ezanı Allah Baba’nın göklerden okuduğunu sanar, minareleri ise ona ulaşmak için büyüdüğümüzde çıkacağımız merdivenler sanırdık.

Şehrimize gelen şık giyimli, güzel ve güler yüzlü insanlar vardı ve her nedense bizlere ayrı bir canlıymışız gibi yaklaşır, annemizden babamızdan görmediğimiz ilgiyi gösterirler, yüklüce bahşiş bırakırlardı. Utanmasını bilirdik, kimimiz almazdı parayı bile, sadece iltifat eder elindeki amatör takıları güzel kadının orasına burasına takıştırıp kaçardı, sanırdık ki bizden bir parça onlarda kaldığında aramızda efsunlu bir bağ kurulacak, kim bilir belki de kurulurdu da biz o çocuk aklımızla kilometrelerce öteden algılayamazdık bu bağları, fotoğraflarımız çıkarmış gazetelerde, bilmezdik her birimiz ünlü bir artist olmuştuk o patlayan flaşların ardından. Bayramlarımız vardı bizim, sabah erkenden erkeklerin namaza yollanmasının ardından tatlıların son kez şerbetinin yenilendiği şeker tadında bayramlarımız. Fareleri bile doyuramayan evimize sihirli bir el dokunurdu adeta bugünlerde, krem rengine bürünmüş ve üzerinde karıncaların hakkını aradığı kesme şekerler, içleri meyve dolu lokumlara, ninemizin dizleri parçalanmış şalvarı birdenbire çiçekli basmaya dönüşürdü, sonra babamız bambaşka biri olurdu, adımızı bile hatırlamayan ulaşılmaz babamız tek tek hepimizi sıraya dizdikten sonra adlarımızı hatırlamaya çalışarak elini öptürür, ceplerimize elinden geldiği kadar bozuk para koyardı.

Çocuktuk ve sanırdık ki Külkedisi’nin görkemli at arabası böyle bir bayram sabahı balkabağından dönüşmüştü, yakışıklı prensin ayakkabısını aramak için evlerine geldiğinde ayıplardık Külkedisi’ni içimizden ama yine de bayramın efsununa verir öyle dinlerdik ninemizden o yabancı masalları. “Herhalde bayram günü idi” derdik birbirimize çünkü bizde bütün güzel şeyler bir bayram vakti olurdu. Büyüdük, biz karşı çıksak da, kambur yürüyerek ya da başörtümüzün uçları ile saklamaya çalışsak da, büyüdü memelerimiz, serpildi boyumuz, daha bir sıkı örtünür olmuştuk çünkü artık daha fazla saklayacak şeyimiz olmuştu ancak anlamadığımız bir şey vardı yine de, saklayacak isek neden büyüyorlardı? Ellerimiz, ayaklarımız da büyüyordu ki? Sonra ansızın o yeşil yaratıklarda bir gizem keşfettik, dere kenarlarında anlayamadığımız bu gizemleri anlattık birbirimize, karşı köyün Halil’ini anlattı Havva, Fatma’nın içindeki o anlaşılmaz kıpırtının sebebi konuşulur oldu çeşme başlarında, kimse telaffuz etmedi “aşk” kelimesini, aşkın göğsünü gere gere bir türlü giremediği topraklarda. Soramazdık, bilirdik yasak bir şeydi, nasıl ki cami hocasının gözünün içine bakmak yasaktı, yasaktı yeşil yaratıklardan bahsetmek ancak kestiremezdik onca hane nasıl olmuştu da her eve bir yeşil yaratık alarak yuva kurmuş, dizi dizi çocukları meydana getirmişti. Bayramdı herhalde, bayramda olmuştur, dedi Havva Kız. İşte masumluğumuzun, cahilliğimizin, bilgi dağarcığımızın “Ali Gel”den ileri gitmeyen vakitleriydi. Bir dersimiz vardı coğrafya, “Avrupa” diye bir yerden bahsediliyordu, üzerine bastığımız şu taban var ya, hani üzerinde yorgan döşek yattığımız, kardeşimin sabah akşam işediği taban, aslında yuvarlakmış, bizler yuvarlak bir kürenin üzerinde yaşıyormuşuz, sonra kutuplar diye bir yer varmış, altı ay gece, altı ay gündüz olurmuş oralarda, kar kalkmazmış bizim köyümüzde olduğu gibi, sahi bize yakın mıydı yoksa orası? Geçmişteki insanların dünyanın bir öküzün boynuzlarında döndüğünü sandıkları anlatılırdı ancak şimdi kimin sırtında idi ki, bu öküz öldükten sonra oğluna mı devretmişti, kimin sırtında idi şimdi peki dünya? Başka diller de varmış dünyada konuşulan, oysaki bilmezdik biz birkaç kilometre öteden gelen güzel giyimli insanların dillerini bile kimi zaman, kaldı ki dünya dillerini bilelim.

Etekliğimizin altında sakladığımız bir hazine var sanırdık, mühim bir şey olmalıydı bu kadar saklandığına göre. Bir hasat vakti idi işte, define avcılarının ıssız tarlada define avına çıktıkları bir öğle vakti idi hazinenin ayırtına vardığında Havva. Sabahın erken vaktinde hasta annesini ve ufak kardeşlerini evde bıraktıktan sonra koyulmuştu tarla yollarına, ter ve kir içinde saatlerce hasat topladıktan sonra evin en büyük kızı olmanın sorumluluğunun verdiği mağrur eda ile düşmüştü evinin yollarına, aklında tanımlayamadığı aşkı boğazında düğüm düğüm taşıyorken. Gökyüzü karardı birden, bulutlar kirlendi, tarladaki ekinler başlarını eğdiler utançlarından, on beş yaşında ya vardı ya yoktu, yeşil yaratıkların zehirli kanları hücrelerine teneffüs ettiklerinde, yarım saatte tam on yıl yaşlanmıştı, başörtüsünün altında daha gökyüzünü bir an görememiş saçlarına aklar düştü o vakit, hasta annesi yatağında inledi , cildindeki tazelik içinden suyu çekilen portakal gibi bıraktı yerini pörsümüş bir cilde, on beşindeydi ve tam bir saat içinde öğrendi dünyanın öküzün boynuzlarında dönmediğini, kutupları anladı o vakit, çaycı Rıza’nın etekliğine bakarkenki gözleri çizildi gökyüzüne sanki, on beş yaşında kadın olmuştu kendi rızasının dışında, koşarak terk ederken utanç dolu tarlaları, dostu sandığı bulutları, soluğu evde almış günlerce dışarıya çıkamamıştı, garipti, utanmasını biliyordu, bakamıyordu hasta annesinin yüzüne, babası ise daha da uzaktı artık sanki, kutuplar ancak bu kadar uzak olabilirdi.

Bilemedi bilemezdi de etekliğinin altındaki hazinenin ne gibi süprizlere gebe olduğunu, daha on beşinde kalbindeki kıpırtının adını bile koyamadan öğrenecekti anne olmasını, karnı büyüdü önce, büyüdü büyüdü… Çeşme başlarında sıtma olduğundan bahsedilir olmuştu, sıtma olmuştu köyünün o susuz topraklarında nasıl oluyorsa, doktorun yüzünü ölmeye yakın gören bizler birgün çeşme başında sancılandığında anladık davetsiz misafiri.

Gökyüzü tekrar kirlendi, bulutlar ağladı utancından susuz topraklarımızda, köyün ebesi etekliğinin altındaki hazineyi deşelerken kapattı gözlerini dünyaya, öldüğünde bile bilmiyordu dar vakitlerde bedeninden çıkmaya çalışan bir canlının olduğunu, öğrenemeden kapattı gözlerini. Kanlar içinde amatörce kumaşlara sarılırken yeni doğan bebek, çeşmenin sularına karışıyordu anne babanın feryatlarının gözyaşları. Çeşmenin sularında kaynadı gitti o gözyaşları…

Bir erkek çocuğu idi, bacaklarının arasında en değerli varlığını sergilerken köyün sakinlerine kahramanca, ağıtların arasına karıştı kaçamak sevinç gülüşler, bir erkekti o, şanslı idi, bir erkekti o…






05.01.2008

15 Mart 2008 Cumartesi

Vişne Suyu İçer Misin Evladım?

On iki yaşındaydım ona ilk rastladığımda, duygular bakımından uçarı. Aklımın bir karış havada olduğu zamanlardı.

On iki yaşındaydım, kelebekleri yüzyıllarca yaşar sanır, gülün dikeni olduğunu bilmezdim. Büyükbabamın o yurtta mutlu olduğunu, orada iyi vakit geçirdiğini sanırdım. Elini dudağına götüren o güzel hemşirenin resminin ardından bana göz kırptığını görecek kadar hayalperest, mezarların içine sadece bazı anıların gömüldüğünü sanacak kadar da cahildim.

O gün her zamanki yaşlılar yurdu ziyaretimi yapmak üzere yola koyulmuş, yolda manava uğrayıp büyükbabamın en sevdiği meyvelerden almış, deyim yerindeyse ağzımı kulaklarıma vardırmış yürüyordum. Böyle bir ruh hali ile girdiğimde odasına büyükbabamın rastladım ona. Küçük elleri ile kendisine getirilmiş çiçek demetini gülümseyerek koyuyordu vazoya yaşlı teyze. İçeri hızlıca girdiğimden olacak bir irkildi o küçücük bedeni, iri iri açıldı kocaman gözleri, kızıl saçları elektriklendi sanki...

- Pardon, çok özür dilerim, ben büyükbabama gelmiştim,
- Büyükbabanın yatağı karşıki odaya taşındı evladım, gelsene içeri, sana vişne suyu ikram edeyim.
- Yok teyzecim, ellerim dolu baksana, hem ben büyükbabamı özledim,
- Özledin mi? Sahi özledin mi? Özlemek, ne çok kıskanmışımdır bu kelimeyi, diyerek ince, incecik bedeni ile yatağına yatmak için terliklerini çıkarmaya başladı.
- Bir dahakine gelirim teyzeciğim, söz sana, hatta bakarsın çıkışta sana uğrarım,
- Olur evladım, haydi büyükbaban beklemesin.

Kırılmış mıydı? Yoksa üzmüş müydüm onu? Ne güzel saçları vardı, kıpkızıl ve yumuşacık, ya gözleri, her an nemli ama gülümser gözleri.

Çok etkilenmiştim. Beyaz geceliği gözümün önünden gitmiyordu, benim hiç ninem olmamıştı ki.



Koridorun sonundan bana doğru yaklaşan o şakacı hemşirelerden birine sordum büyükbabamı,




- Hımm Ahmet Bey mi? Onu karşıki odaya aldık, bahçeye bakan, kuş seslerinin olduğu bir oda istedi. Bir de kadın sesi duymak istiyormuş sık sık. Kadın fotoğrafları görmek istedi, kızıl saçları olsun dedi, anlayamadık.
- Ben anladım.

On iki yaşındaydım ve on iki senedir huysuz dedemin kızıl saç takıntısını anlamamıştım, kız kardeşim doğduğu gün annemle babama sürekli baskı yapmıştı, torunumun adını “Zeliha” koyun diye. Dinlememişti babam, araları hiç iyi değildi. Aile geleneği bu derdi büyükbabam, ailemizin en önemli geleneği kuşaklar arası küskünlük, lakin öyle de oldu, annem ile babam her zaman bu aksi ve huysuz adamdan kurtulmak istedi, ne kız kardeşim sevebildi onu benim kadar, ne de babam, öz babası idi oysaki.



- Büyükbaba! Ne yapıyorsun? Sigara yasak sana, nereden de buldun onu?

İçeri girdiğimde pencere kenarına doğru ayağa kalkmış, sigarasını tüttürüyordu büyükbabam, beni duyunca irkildi, titrek elleri tutmaz oldu yeni yakılmış sigarasını da yerler içti geriye kalan değerli tütününü.

- Ah Mahir? Sen mi geldin? Ne çok özledim seni? Gel sana bir sarılayım şöyle.
- Hayır sarılma, kurallara uymadığın süre sarılma… diyecektim ki simsiyah gözleri ile karşılaştım, koştum, sarıldık sımsıkı. Dayanamadı, düşecek gibi oldu, yatağına yatırdım.
- Getirdin mi bana kadın fotoğrafları?
- Getirdim getirdim de büyükbabacım, ne olacak yahu senin bu halin, bak evdeki dergilerden yırtıp yırtıp getiriyorum sana bu resimleri, torununu sapık sanacaklar.
- Büyükbabasına çekmiş derler, boşver, ver bakayım şunları hele bir.

Pantolonumun arka cebine özenle katlayarak yerleştirdiğim kadın fotoğraflarını verdim ona. Nasıl sevindi anlatmaya on iki yıldır edindiğim kelime bilgisi yetmezdi. Teker teker hızlıca bakarken hepsine birden kaşları çatıldı;

- Bunun saçları sarı, al çöpe at, istemem.
- Ama büyükbabacığım !?!




Sustum, sormadım bile. Biliyordum birazdan fotoğraflara bakmaktan yorulacak ve başucundaki kitabını alacak ve Sait Faik okumaya başlayacaktı, nitekim öyle de yaptı.Yalnız bıraktım onu. Ses etmedim, bir yarasa kadar sessiz, bir karınca kadar hızlıca çıktım odasından. Onu yalnız ve huzurlu bırakmanın zamanı idi.

Yurdun koridoruna daha bir adım atmıştım ki ruhumu dizginleyen bir melodi bir çengel oldu havada, tuttuğu gibi gömleğimin yakasından, çekti beni “Ave Maria” nın notalarının yoluna.


Az önceki teyze idi bu. Pikabında dinlerken bu şarkıyı, gözlerini kapatmış, gülümsüyordu, kapı açıktı, sessizce yaklaştım, biraz izlemek istedim istemesine ama kolumun başucundaki bardağa çarpması ile bardağın korkunç bir gürültü ile yere düşmesi bir oldu.Korktu, çok korktu, yatağından irkilerek kalkarak az önceki gibi açtı o iri yeşil gözlerini, dikti üzerime.

- Sen miydin evladım,korkuttun beni ama olsun, sıkma canını, derken renkten renge girmiş ben, kıpkırmızı suratla yerdeki cam parçalarını temizlemeye çalışırken üstünkörü, içeri giren bir hemşirenin sesi ile irkildim.

- Ben temizlerim beyefendi, siz bırakın.

Beyefendi! İlk defa bir hemşire bana böyle sesleniyordu, hep “küçük bey” derlerdi. Sanırım büyüyordum.

- Otur evladım, sana vişne suyu vereyim mi? Kan yapar, bak içmezsen sonra benim gibi olursun alimallah.
- Yok teyze istemem, sağol.
- Adın ne senin?
- Mahir?
- Hımm Mahir ha? Ne güzel isimdir şu Mahir…
- Güzeldir teyze, büyükbabam koymuş ismimi, annemle babamı tehdit etmiş, Mahir koymazlarsa adımı, beni kaçıracağını söylemiş.
- Kaçırmak mı? Hi hi hi… Ne çılgın bir büyükbaban varmış.
- Çoookk…

Gülümserken ince dudaklarının arasından depderin ve karanlık bir yol açılıyordu kalbine doğru. Gül bahçeleri vardı kenarlarında dikensiz güllerle bezeli, nefesi leylaklar gibi kokuyordu. İnci dişleri ise çitleri idi bu bahçenin. Birden bu bahçeye girmek istediğimi hissettim, bir vişne suyu mu içmeliydi ?

- Vişne suyu vereyim mi sana?
- Ver teyzeciğim…




Aklımı okumuştu dudaklarına bakarken sanki. Şaşırıp kalmışken güldü bana alaycı alaycı. Yatağından kalkıp yavaş yavaş o küçücük bedeni ile dolabı açıp bardağa vişne suyu dökerken gözüme başucundaki Sait Faik kitabı takıldı. “Kiraz mevsimi” yazıyordu, büyükbabamın en sevdiği şiirdi.

- Kaç yaşındasın sen?
- On iki..
- …
- Çok mu küçük?
- Çok küçüksün…
- Senin benim gibi küçük torunların yok mu?
- Yok, ben hiç evlenmedim, hiç torunum olmadı senin gibi.
- Sahi mi?
- Sahi ya? Kötü bir şey mi bu sence?
- Yoooo değil, ben olurum senin torunun işte.
- Ol Mahir, son birkaç günümde torunum ol sen benim.

On iki yaşındaydım. Mezarlara sadece anılar gömülür sanırdım, insanların öldükten sonra tekrar dirildiğine, aramıza başka bedenlerle başka duygularla karıştığına inanırdım.

- Son günler mi?

İnci gibi dişleri vardı, dişlerinin arasından leylak kokuları çıkıyordu, gözlerinin siyah noktasından içeri baktığınızda bir lunaparkta atlıkarıncaya biniyordunuz, o kadar çocuksu idi ki, elmaşekeri yiyor, seksek oynuyordunuz gözlerinin içinde.

Gözlerinden aldığımda gözlerimi, takıldı gözlerim başucundaki onlarca fotoğrafa. Bir sürü insan portresi, bir sürü anı. Bir yandan vişne suyumu içiyor, bir yandan fotoğraflara bakıyorken yatağına tekrar geldi. Fotoğraflara baktığımı görünce;

- Sana onları tanıtayım mı?
- Lütfen.

Önce bir kız fotoğrafı aldı eline. Kızıl ile kahverengi saçları vardı ve ağız dolusu gülüyordu.

- Bu benim en sevdiğim arkadaşımdı, üniversiteden, öyle bir kız idi ki duygularının arasındaki geçişlere yetişmeye hızınız yetmezdi, tutkulu idi, bir o kadar da güçlü.
- Ne güzel, dedim.
- Bak bu da diğer arkadaşım,
- Ne güzel gülümsüyor,
- Evet onu ilk tanıdığımda da böyle gülerdi, onun en çok gülümsemesini severdim bir de kedilere olan sevgisini, tüm sevgisini kedilere vermişti, adaletsiz bir paylaşım yaptırmıştı kalbine.
- Neden?
- Ülkesini ve dünyayı seviyordu ama insanların çoğunu sevmiyordu, yönetiliş tarzını, siyasetini. Bu bozuk düzen bozuyordu onun yüreğini, belki diyorum, belki istediği düzene ulaşsaydık da görseydi insan her düzende aynı insan, düzendir sadece değişen.
- Peki bu kim?


Gülümsedi. Kızıl saçları hareketlendi, yanaklarına daha bir kırmızılık basarken gördüm alın çizgilerinin içindeki gelincik tarlalarını, kelebekler havalandı bir yerlerde, tam bulutlar çekilecekti ki gelinciklerin üzerinden sağanak bir yağmur başladı, toprak ıslandı, keskin bir bitki örtüsü kapladı ortalığı yemyeşil.

- Sevdiğim adamdı.
- Ona ne oldu peki?





Bir kurşun sesi duyuldu uzaklarda bir yerde. Bir cam şıngırtısı, bir kadın çığlığı, bir bebek ağlaması. Dünyanın tüm kederli sesleri yankılanırken kulaklarımda,

- Onu hiç affetmedim ben, bir vişne suyu daha vereyim mi evladım?

Şaşırdım, konuyu değiştirmek için beni şeker komasına sokmayı bile göze almıştı lakin gitme vaktim gelmişti.

- Ben kalkmalıyım, söz veriyorum, bir daha uğrayacağım size vişne suyu getireceğim, diyecekken yatağına uzanmış gözlerini kapamış buruklukla mutluluk arası bir çizgi kalıbına sokmuştu dudaklarını.

Sessizce üstünü örttüm, incecik kollarını değerli bir mücevheri tutar gibi tutarak soktum pikenin altına. Bir çocuk gülümsedi bir yerlerde, iki sevgili birbirine sarıldı sımsıkı.




Çok etkilenmiştim. Eve giderken o genci merak ediyordum, fotoğraftaki genci, keskin hatlı, kalın kaşlı o genci, tanıdık geliyordu bana bir yerlerden. Ünlü Hollywood artistlerine benzetmiştim sanırım. Eve gidip bir an önce babama anlatmak istiyordum. Adımlarımı hızlandırdım.




Günler geçti, bir okul haftasını da yorgunlukla atlattıktan sonra gelen hafta sonunun coşkusu ile her cumartesi yaptığım sabah yürüyüşünün rotasını yaşlılar yurduna çevirdim. Onu tekrar görmek istiyordum. Bakkala uğradım, iki kutu vişne suyu aldım, büyükbabama da en sevdiği meyvelerden. Aklıma bir muzurluk gelmişti, tanıştıracaktım ikisini de. Ne de olsa Sait Faik seviyorlardı ikisi de.



Yurttan içeri adımımı attığımda belli belirsiz bir sıkıntı peydah oldu sanki kalbimde. Tarlaları zararlı böcekler sardı, fareler bastı, soğuk ülkelerde çığlar düştü insanların üstüne, savaşlar çıktı bilmem kaçıncı dünya savaşları, bir asker diğerini kurşunladı dünyanın öteki bir ucunda.



302 no’lu odanın kapısına doğru yöneldim. Aldığım vişne suyunu verecektim leylak kokulu teyzeye. Zihnimin taaa derinlerinden gelen Ave Marie melodilerinin notası bilindik rotasını çizerken önüme doğru, leylak kokuları keskinliğini yitirmişti sanki. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Uzadı o beş yıldır bana kısa gelen koridorlar, hiç varamayacaktım sanki odanın kapısına. Hem hemşire fotoğrafları da göz kırpmıyordu artık. Neler oluyordu?

302 no’lu kapının önüne gelmiştim, on iki yaşında idim, bir kadınla adamın yaşayacağı en kutsal duyguyu tanımazdım, akbabaların çiçekle beslendiğini sanır, akreplerin iğneleri ile dikiş diktiğini sanırdım, on iki yaşındaydım kapının önüne geldiğimde. Odanın içerisi bomboştu – bir timsah yakaladı ceylanı bir yerlerde - fotoğrafların yerinde bir takım beyaz ve üzeri yazı dolu kağıtlar duruyordu, ilerledim, anlam verememiştim, kağıtları alıp da bulanık zihnimi berraklaştırmak istemiştim, hızlıca deli gibi okuyordum kağıtları,

“302 no’lu oda sakini Sayın Zeliha Güler 01.04.2007 tarihinde uykusunda vefat etmiştir. Yurdumuz yönetmeliği gereği naaşı erkek kardeşine teslim edilmiş olup tarafımıza karşı hiçbir hukuki yükümlülüğü bulunmamaktadır…”

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm, on iki yaşındaydım, ölümü bir oyun sanar, ölenlerin saklambaç oynadığını düşünürdüm ama Zeliha Teyze’nin saklandığı yerden hiç çıkmayacağını anlayacak kadar büyümüştüm tam bir günde.

Gözlerimden akan yaşları kurulamak istercesine pikeye sarıldığımda yatağın üzerinde duran bir fotoğraf düştü yere. Eğildim, yoğun duygularımın arasında duraklayan beynimin çarkları tekrardan geçince harekete, tanıdım adamı, aman Tanrım, oydu işte, ta kendisi…

Büyükbabamın kızıl saçlı, küçük bedenli kadını Zeliha idi bu… O fotoğraftaki adam da büyükbabamdı işte.

Koşmaya davrandım, tüm dünya koşmaya başladı sanki, benimle birlikte herkes koşuyordu, ceylanlar, tavşanlar, aslanlar her şey, herkes koşuyordu dünyada adeta.

- Ahmet Bey’in doktorunu çağırın!
- Ambulans çağırın doktor sonra gelsin!
- Nabzı durmuş duydunuz mu? Ahmet Bey’in nabzı durmuş…


Büyükbabamın da kalbi durmuştu, yıllardır birbirinden uzakta atan kalpleri aynı günde durmuştu, üstelik de karşı karşıya olan odalarda birbirinden habersiz. Yıkılmıştım, mahvolmuştum.

Tam on iki yaşındaydım, kelebekleri yüzyıllarca yaşar sanır, gülün dikeni olduğunu bilmezdim işte böyle.



14 Mart 2008 Cuma

Şiiriçi Hatları Vapuru-Sunay Akın



ŞİİRİÇİ HATLARI VAPURU




Nazım Hikmet vapuru

deniz ile arasına

dökülen asfaltı kırar

ve özgürlüğüne kavuşturur

salacak iskelesini

batmak pahasına



Can Yücel vapuru

alaycı bir düdük çalar

savaş gemilerine

ki rakı şişeleri asılıdır

can simitlerinin

yerine



Attila İlhan vapuru

keyfile yarar suları

içinde çünkü sevgililer öpüşür

ve güvertesinde

sigarasını rüzgara karşı yakan

bir katil üşür



Edip Cansever vapuru

denize yansıyan

otel ışıkları altında

gider gelir boğazın en uzak

iki iskelesi arasında





Orhan Veli vapuru

evlerine taşırken

telaş içindeki insanları

küpeştesinden atılan

simitleri kapışır

martı kuşları




Cemal Süreya vapuru

akşamüstleri giyince

ışıklı elbisesini

ince bir duman savurarak havaya

dansa kaldırır

kız kulesini




Sunay Akın



28 Şubat 2008 Perşembe

Yıldızlar Sır Tutar Mı?

- Uyuyor musun? Uyan! Kurtul kalabalıktan. Sadece ikimiz kalalım bu koğuşta.
- Uyandım, sesinle uyandım, koğuşa sızan o tanıdık ılık nefesin böldü uykumu, parçaladı düşlerimi. Arındım kalabalıktan bak, hadi sor, yalnızız bu koğuşta nasıl olsa, alt ranzadaki Ahmet var ya köyündeki yavuklusunun yanında şimdi, derenin kenarında kafasını dizlerine koymuş… Ürkütmeyelim onları. Ama sen sor!
- Şimdi sen uzakta yabancı bir şehirde iken benim kendi şehrimde gördüğüm bir yıldızı görebiliyor musun?
- Evet! Tüm yıldızlar dünyanın her yerinden aynı anda görülebilir, gördüm o yıldızı.
- Yani ben şimdi geçen gece seni düşünüp de bir yıldıza bakakalmışken ve özlemişken seni dolu dolu, yıldızı sen yerine koyup da sohbet ettiğimde duydun mu o konuştuklarımızı?
( Gülümsedi)
- Evet hepsini duydum, haydi sor! Bunu yıldız bilemez bana sor!
- Ona sor dedi zaten, vermedi bana hiçbir cevap, sen uyuyormuşsun koğuşunda, yarın yapacağın antremanın sıkıntısı girmiş bedenine terliyormuşsun, üstelik bir de özlem varmış kalbinde, sağ omzunda hasret, sol omzunda ise kırgınlık asılı kalmış…
- Doğru söylemiş.
- Terlemişsin…
- Terledim ama sen sor!



- Sen şimdi yıldıza söylediklerimin hepsini duydun mu yani? Yoksa anlattı mı sana? Nasıl olur, sırlarımı vermiştim ona seninle ilgili… Evrene de mi güvenemeyeceğim ben. Hay aksi!
- Yıldızlar sır tutamıyor. Bak sana ne diyeceğim, o geceleri yaydıkları ışıklar var ya hepsi birinin sırrıymış. Her yıldız bir sır yani düşünsene ne çok sır var.
- Sahi mi?
- Sahi ya! Neden bunları ben gitmeden bana sormadın?
- Soramadım, senin üstüne bir başkasını sevdim biliyorsun, bakamıyordum gözlerinin içine, sana aşık gözlerin yerini ona aşık gözler almıştı, sana baksın istemedim.
- Biliyorum, eski gözlerin değildi artık. Mutlu etti mi seni bari? Biliyorsun en önemli şeydir senin mutluluğun.
- Etmedi…Elimde bir zamanlar sana verdiğim o çiziksiz kalbin delik deşik olmuş kalıntısı var şimdi.
- Yazık.
- Sana her şeyi anlattığım o gün var ya, saçlarımı okşamak üzereydin, senin değildi ya artık o saçlar, durdurdum seni, yeni sevgime leke gelmesin istedim.
- Leke geldi mi peki?
- Ben getirmedim leke ama üçüncü şahıslar çamur sıçrattı, mikrop kaptı.
- Biliyorum değildi mesela o saçlar eskisi gibi, o parka giderken arkadan seni takip ediyordum ya – bilirsin arkandan seni takip etmeyi hep çok sevmişimdir- saçlarının dalgalanışı değişmişti.
- Sahi mi?
- Sahi ya.
- Ya ellerim? Ellerim de değişmiş miydi?
- Değişmez mi? Çayı karıştırıp da garsona bakınırken ellerin dikkatimi çekti, bir başka tutuyordu çay kaşığını sanki. Serçe parmağının o hep bildiğim bükümü değişmişti.
- Sahi mi?
- Dudaklarının rengi, hımmm nasıl anlatsam, tazelenmişti, aşkının ateşi vurmuştu etine, işte o zaman o aşkın bana ait olmadığını anladım.
- Soldu dudaklarımın rengi yine, fark ettin mi?
- Yazık.
- Saçlarım ise dalgalanmıyor bile…
- Çok mu üzüldün.
- Çok!
- Sevmedi mi seni?
- Çok sevdi, hala sevdiğini söylüyor, ama sen bana derdin ya hep ördekleri kedileri severken canını çıkaracak kadar sıkmak istiyorsun, o da öyle sevdi beni. Fareler ve İnsanlar’daki Lenin gibi…
( Gülümsediler…)
- Hadi artık sor. Sabah olacak birazdan.
- …
- Haydi..



( Koğuşun tavanına bakındı şöyle bir, parmağını ağzına götürdü küçük bir kız gibi…)

- Seviyor musun beni hala?
- İlk günkü gibi…
- Sahi mi?
- Sahi ya!
- Sana ait kalp bir başkasına gidip gelse de mi yani.
- Gidip gelse de gelmese de. Sen mutlu ol yeter ama bensiz ama benle. Sen üzülme yeter. Kimse üzmesin seni.

( Sarıldılar sımsıkı, aylar önce askere uğurlarken sarıldıkları gibi. Sımsıkı… Kemiklerinin çıtırdamasını bile duyardınız yanlarından geçseydiniz belki. Bir yanlarından geçseydiniz, o vakit buz tutan kalplerinin damlayan sularının şıpırtıları rahatsız ederdi kulaklarınızı, ah bir yanlarından geçseydiniz ).

- Gidiyorum ben şimdi, biz hep gittik zaten, hep dar vakitler, gitmeler değil mi?

( Gülüştüler gözyaşları içlerine doğru akıyordu şıpır şıpır)

- Olur da o yıldıza rastlarsam bir kez daha, daha bir fazla ışık yaymasını rica edeceğim ondan, o zaman anla ki yepyeni sırlar vermişim ona.
- Anlarım, hadi git.. Seni bekliyorlar.

(Bakıştılar, el salladı kız, oğlan karanlık boşluktaki uykusuna geri döndü)




“ Güneş ışıkların arasından sızarken”Neredesin?” diye sordu kız;
- Buradayım yanında,
- Yardım et bana göğü göremiyorum,
- Bana bak bende görebilirsin, ben sana dostum.
- Evet gördüm ama nasıl olur? Hem sende hem bende.

Oğlan kıza sarıldı, kız oğlanın elini tuttu. İşte onlar iki gerçek dosttu bir göğü iki kişi paylaşabilen.”

16 Şubat 2008 Cumartesi

Tuzlu Yaş Pasta








Uçsuz bucaksız başak tarlasında hızlıca koşarken küçük kız, dedesi yakalamakta güçlük çekiyordu küçük ceylanını. Hasat zamanı neşesine kavuşan başak tarlası ,tarla oldu olalı böyle neşe görmemişti nerdeyse. Bastonuna zar zor dayanarak adeta koşar gibi yapan ak sakallı dede seslendi;
- Sana yetişemiyorum düşeceksin, başına birşey gelecek, bekle beni!


- Bana birşey olmaz, tanrı çocukları korur, sen hep öyle diyorsun ya.


- Ama tanrıyı da fazla zorlamamak lazım.




Kız koştukça yaratttığı rüzgarla sallanan başakların hışırtısı dünyanın en güzel melodisi olmuş, ilerde akan derenin şırıltısı ile adeta senfoni oluşturuyordu.Yorulup da şöyle bir yere attığında kendini kız, ilerden kendisine zar zor yetişen dedesini görüp bir kahkaha attı ve ekledi;

- Dede! Eski toprak ne demek?

- Hımmm! Güzel soru kızım, şöyle bir oturayım, bugün yine güzel soruların olacak demek ki bana... Eski toprak... Koca bir yalan kızım. Bizim gibi miyadı dolmuş adamların kendini iyi hissetmesi için uydurulmuş bir yalan, Yaşlı adam cebinden çıkardığı mendili ile terini siliyordu. Nefes nefese kalmıştı.

- Dede! Peki aşk ne demek?

- Nerden çıktı, nerden duydun bakayım sen bunu?

- Geçen gün babamın kütüphanesinden aldığım kitapdan okudum, dede anlatsana aşk ne demek?

- Yalan kızım, yalan diyeceğim ama sana yalanlarla örülü bir dünya tanıtmak istemiyorum. Anlatmaya çalışayım o halde. Şu karıncaya bak, sırtındaki yükü görüyor musun? Ağırlığının kaç misli değil mi?

- Evet çok ağır olsa gerek.

- İşte buna çalışma aşkı denir kızım.

- Ama okuduğum kitapta böyle değildi dede?Aşk ne demek dede?

- O zaman şöyle diyelim, büyükannenin hastalığını hatırlıyor musun? Doktor ona bir ay yaşayacaksın, yatağından kalkma dediğinde doktoru dinlemiş miydi?

- Hayır, her sabah kalkıp tarlaya gitti.

- İşte buna mesela yaşama aşkı denir küçük kızım.

- Hayır dede! Saklama, kitapta böyle demiyordu. Dede! Aşk ne demek? Anlat! Doğruyu anlat!

- Peki, gerçeklerden kaçış yok demek ha! O zaman yine büyükannenin hastalığını hatırla. Geceleri nasıl sanrılar geçirdiğini, ağrıları dindiğinde nasıl yaşama sevinci duyup çocuklar gibi sevindiğini, ilacını aldıktan sonra huzurla senin saçlarını okşadığını, sana masallar anlattığını hatırlıyor musun? Sonra ağrıları başladığında nasıl da agresifleştiğini, etrafı döküp yıktığını hatırla...

- Hiç unutur muyum ?

- İşte aşk da böyle birşey.

- Anlamadım, Şimdi aşkın içinde hem acı, hem nefret hem de mutluluk mu var? Ama nasıl? Tuzlu yaş pasta gibi mi yani , diyip bir kahkaha attı.

- Evet hepsi var güzel kızım, dünyada başka bir duygu daha yok böyle zıt duyguları barındıran, senin de birgün başına gelecek, sen de anlayacaksın.

- Peki büyükannem neden öldü dede?Aşık mıydı yani? diyip arsız arsız güldü.

- Aşkın ömrü kısa güzel çiçeğim, büyükannenin de hastalığı tıpkı aşk gibi kısa sürdü, aldı onu aramızdan, cennete götürdü.

- O zaman aşık olmak istemiyorum ben, tuzlu yaş pasta yemek istemiyorum ben dede, diye bağırırken kız başak tarlasında, uzaklarda bir yerlerde gazeteler aşk uğruna işlenen cinayetlerden, törelerden, infazlardan ve suçlardan bahsediyordu. Böylesine güzel bir duygunun neden olduğu olaylar silsilesi şairlere, yazarlara ilham oluyor kitaplar ve hatta destanlar yazılıyordu...





Aradan geçen uzun yıllardan sonra ağrıyan dizlerinin üzerinde zorlukla duran kadın güneş gözlüklerinin altından akan gözyaşlarını kazağının kolu ile silerken yirmi yıldır her daim eklemlerinde hissettiği o sızılar bir demir yumruk olmuş beynine beynine vuruyordu. Gitmenin vakti gelmişti, dedesinin aylık mezar ziyaretini yaptıktan sonra manava sonra markete gitmeli alışverişini yapıp yemekleri hazırlamalıydı çelimsiz kadın. Zorlukla kalktı ayağa. Onsekiz yaşında tutulduğu aşk hastalığını paylaştığı kaba, kıymet bilmez, küfürbaz kocasının vücudunun her noktasına isabet eden darbelerine göğüs gererken ışıldayan gözlerinde el sallayan dedesini görecekti başak tarlasında....Her akşam olduğu gibi bu akşamda.



Serpil Köse


2006 -11

Anafartalar Çarşısı'nda Sahipsiz İki Bacak

Anafartalar Çarşısı'nda Sahipsiz İki Bacak

Sabah her zamanki gibi kahvaltısını yapmadan yola koyulan Muzaffer, kapıyı kapattıktan sonra farketmişti anahtarlarını içeride unuttuğunu ( boşverseydin Muzaffer, sen o eve bir daha dönemeyecektin nasıl olsa ). Son günlerde aklı bir karış havada idi. Yıllardır peşinden koştuğu sevdalısı ile hayatlarını birleştirmelerine sadece birkaç gün kalmıştı. O nazlı gözler, o yasak dudaklar ve beden birkaç gün sonra sadece kendisine ait olacaktı. Çok sevinçliydi, çok da umutlu idi. Şimdiden doğacak çocuklarının mesleklerini bile düşünür olmuştu, asla babaları gibi olmayacaklardı, yani asla "güvenlik görevlisi" olmayacaklardı, babaları gibi "güvenliğin" adının sadece sözlüklerde yer aldığı bir memlekette. Bilseydi Muzaffer az sonra başına gelecekleri, eminim gülerdi hayatın kendisine yaptığı bu acı şakaya, "güvenlik" ne demekti ki memleketinde, görevlisi olsun...





Çatlamış ellerini ve nasırlaşmış kalbini ortaya koyarak bir veda mektubu yazmaktaydı G üven sabah yatağında. Önce dava arkadaşlarına veda edecekti -sahi "davaları" neydi- ? Neyse, dedi, şöyle sıkıca bir iç çekti, bundan sonra davanın ne önemi vardı ki... Muzaffer'in tersine, Güven, kendi ismindeki ironinin bal gibi farkındaydı, hele "o gün" daha da bir farkında idi. Dedesinin ismi idi Güven. Dedesi Sivas'da bir koru bekçisi imiş, hiç tanımamıştı onu Güven, o yüzdendir belki de hayatın bu acı ironisinin bir kara bulut gibi Ankara'nın kalabalık bir semtine çökmesi, belki de sevgi eksikliğinden di Ankara'nın o acı gününün sebebi. Hayatın son zamanlarda canı sıkılmış olmalı. ...
Ankara'nın kıştan kalma son serin günlerinin insanın teninde yarattığı ürpertinin bile farkında değildi Muzaffer. Öyle masum, öyle aşık, öyle umut dolu gidiyorduki işine. Öğlenleyin siparişini verdiği damatlığını alacak ve kadını ile buluşup yemek yiyeceklerdi Ulus'da. Geçen hafta gözü Tiramisu'da kalmıştı ya sevdiğinin, bu sefer ona süpriz yapacaktı, koskoca bir tiramisu alacak, üzerine de onu sevdiğini yazacaktı, şöyle kahve tozlarının üzerine parmakları ile muzip muzip... Şimdiden tahmin edebiliyordu sevdiğinin gözlerindeki ışığı, kör olacaktı Muzaffer belki sevgiden belki de gözlerindeki ışıltıdan lakin kör oldu da Muzaffer...
... Başı dimdik ve kararlı bir şekilde evinin merdivenlerinden inerken Güven farketti anahtarlarını unuttuğunu, boşver dedi, bir daha bu eve dönemeyeceğim nasıl olsa...Hayatı geçti gözlerinin önünden bir anahtar deliği kadar dar bir delikten dışarı bakarcasına bulanık. Çirkindi,çok çirkindi, kendini hiçbir zaman yakışıklı bulmamıştı, hiçbir kadın dönüp de bakmamıştı kendisine, hiçbir fotoğraf makinesi çekmemişti yüzünü polis kameralarından başka lakin boy boy gazetelere çıkmanın vakti gelmişti artık ama öyle ama böyle.
... İşyerinden içeri girdiğinde cep telefonunun titrediğini anladı Muzaffer. Bir güvercin çırpındı kalbinin kafesinde, hani çocukken salıncakta sallanırken bir ileri bir geri gidince içiniz pırpır eder ya, kahkaha atasınız gelir ya, işte öyle birşeydi Muzaffer'in o an yaşadıkları, sevdiğinin adı yazıyordu ya kocaman ekranda, ah ne kadar beklemişti Muzaffer, o isim tarafından aranmayı bir zamanlar. Gelinlik provasına gideceğinden bahsediyordu o ilahi ses, saçlarını topuz mu yapsındı yoksa onun sevdiği gibi at kuyruğu mu yapmalıydı. "Sen nasıl istersen gülüm, benim için her halükarda güzelsin sen" dedi Muzaffer ama kadın milleti tatmin olmuyor illa bir cevap bekliyordu, onu mutlu etmenin yollarını adı gibi bilen Muzaffer biliyordu bir seçim yapmanın vaktinin geldiğini " at kuyruğu" dedi "at kuyruğu yaptır ama bir de kırmızı ruj sür düğünde " dedi demesine ama muhasebedeki kadının kendisine gülümsediğini de farketmedi değildi hani. Utandı Muzaffer, "kadın milleti" dedi telefonu kapatırken, güvenlik bölümüne geçti, üniformalarını giymeye başladı, taktı silahını beline, çekti şapkasını başına, işte şimdi tüm ülkesi güvende idi Muzaffer'in...
Malzemeyi teslim alacağı gecekondunun yollarını ezberlemişliğin verdiği güven ile uyukluyordu otobüste Güven. " Son uyumam" bu dedi, " birkaç saat sonra derin bir uykuya dalacağım" diye düşünürken, karşı koltuktan kendisine bakan kırmızı elbiseli, dağınık saçlı bir kız çocuğunun bakışları ile karşılaştı. "Ne var, hiç mi çirkin görmedin" diyecek oldu, sustu, ölümsüz hayatına vardığında bu sefer güzellik kurallarını kendisi koyacaktı Güven, kararlı idi...
... Masa başında geçen sıkıcı ve herbir dakikasının o mutlu(!) ana yaklaştığı saatlerde kendisine verilen külüstür, eski moda bilgisayarda şöyle bir gazete haberlerini dolaşmak istedi Muzaffer. Çok çirkin şeyler yazıyordu gazeteler, katillerden, tecavüzcülerden, politikacılardan bir de çıplak kadınlardan bahsediyordu gazeteler. "Dünyanın çivisi çıktı, biri dur demeli artık " diye iç geçirdi Muzaffer, ekranı kapattı, tatlı rüyalara daldı, ufak sorunlarını düşünmeyi yeğliyordu son zamanlarda, mesela damatlığı için seçtiği renkte acaba yanılmış mıydı? Peki o siyah ayakkabılar çok mu spor kaçıyordu damatlığının altına?
... Emanetini bir çantanın içerisine koyup dava arkadaşları ile birer birer vedalaştıktan sonra aç karnının gurultusunu bile hiç sayarak koyuldu yola Güven. Yukarlardaki melekler bile kalbinin çirkin kokusundan konamaz olmuştu Güven'in omzuna. Birşeyler yapmak gerekiyordu, birşeyler yapmalı idi melekler. ... Omzuna bir el dokununca daldığı derin uykudan irkilerek uyandı Muzaffer. İş başında bu kaçıncı uyuması idi. Ya patrona yakalansa idi, neyse ki canı gibi sevdiği arkadaşı kendisini uyarmaya gelmişti, "bak Muzaffer, bir dahakine seni ben bile kurtaramıyacağım oğlum, kendine dikkat et" derken melekler uçuşuyordu güvenlik kabininin içinde. Çırpınıyorlardı, daimi olarak çırpınıyorlardı ancak kötü kaderin keskin yazısına işlemez olmuştu kanatlarının çıkardığı sesler...Öğle vakti gelmişti, Anafartalar Çarşısı'na da öğlen vakti gelmişti...
... Hızlı adımlarla ilerlerken ortak noktaya her ikisi de son kez gökyüzüne baktı(lar), son kez birşeyler indirdi(ler) midelerine. Biri son kez saçlarını tararken sevdiğine güzel görünmek için diğeri aynalardan kaçıyordu son kez. Kalbinin aynalara akseden o kara gölgesi ve burnunu sızlatan kekremsi kokusu son kez rahatsız etti Güven'i. Son kez uçtu Anafartalar Çarsısı'nın önüne konan güvercin, son kez para kazandı tezgahtar Tuba, son kez seyyar satıcı Adem Usta sürdü arabasını Anafartalar Çarsısı'nın girişine... Sevincinin umudunun ve sevgisinin enerjisi ile çalışan bedenine uyumlu bacakları hızlıca getirdi Muzaffer'i çarşıya. Kapının girişinde karşılaştırdılar Muzaffer ile Güven. Her insan gibi bakıştılar bir anlık. Melekler vardı etrafta irili ufaklı. Siz görmediniz onları...Kimse görmedi ki onları. Birkaç adım attıktan sonra kendisine çevirilen bakışlara aldırmayan Güven çekerken bombanın pimini, " bu senin için otobüsteki küçük kız" " bu sizin için yüzüme bile bakmayan kadınlar" diye bağırıyordu cansız bedenler teker teker uçarken havada, camlar parçalanıyor, çığlıklar atılıyor ve korkunç bir gürültü kopuyordu o gün Anafartalar Çarşısı'nda... En nefret ettiği güdük bacakları kopmuştu bedeninden önce Güven'in, sahipsizlerdi artık, şimdilerde bir morgda sahibinden habersiz donuyorlardır kimbilir...

Muzaffer mi? Damatlığı üzerinde can verdi Muzaffer, damatlığının iğnelerinin batışı bile tatlı gelirken ona son günlerde, acı kader nedir tam da unutmuşken, Güven'in "güvensiz" ülkesinde verdi canını... "At kuyruğu " dedi "at kuyruğu yaptır ama bir de kırmızı ruj sür düğünde " ...

23.05.2007

SERPİL KÖSE

Eros'un Hatası

Vakti zamanında ulu bir dağın tepesinde tanrıların canı sıkılmış olacak ki yeryüzüne bir melek indirmeye ve gönderdikleri bu meleğin, kendilerine dünyadan birşey getirmesine karar vermişler. Seçim yapılırken ise tek kriterleri aşkı hiç tatmamış birinin olmasıymış. Haftalarca şenlikler yapılmış, yemekler kaynatılmış, oyunlar oynanmış ve sonsuz boşluğun en melek kızının seçimine gelmiş sıra. Adaylar belirlenmiş, sandıklar düzenlenmiş,sıra gelmiş kral tanrının sandıktan bir kağıt seçmesine.



Ahali, merakla seçilecek kişiyi beklerken kenarda kızıl saçlı, ufak bir kız olan Cecile gizli saklı dualar ediyor, kendisinin seçilmemesini dilerken, sonsuz boşlukta, aşk hakkında anlatılan acı efsaneler yankılanıyormuş kulaklarında. Derken derin bir sessizlik kaplamış ortalığı, kral tanrı şöyle bir elindeki kağıda baktıktan sonra küçük Cecile’i arar gözlerle kalabalığı süzmüş ürkek kızla göz göze gelmiş, ahali ise çoktan alkışı başlatmışmış bu esnada.


Artık tebrik edenler mi olmamış, ağlayanlar, oynayanlar mı olmamış lakin keskin bir duygu silsilesi kaplamış ortalığı.



Cecile kaderine razı bavulunu hazırlayıp tek tek vedalaşırken ahali ile onu bir daha hiç göremeyeceğini düşünen anne ve babası, hastalıktan yataklara düşmüşler ama ne çare! Emir tanrılardan çıkmış bir kere, sonsuz boşlukta tanrının karşısında boyun kıldan ince...

Işık hüzmeleri ve binlerce meleğin yardımıyla yeryüzüne inerken Cecile, yeryüzündeki tüm çiçekler, tüm kuşlar daha bir hareketlenmiş ancak insanoğlu, günlük koşuşturmasının içerisinde farkına bile varmamış bu doğa olayının.

İndiği çiçek tarlasınının ortasından çıkarak koyulmuş yola Cecile, ürkek ürkek bakarken yeryüzüne, karşısına bir okul çıkmış. İnsanoğlunun içine karışmanın yollarını öğrenmiş ve okulun koridorlarına sokulurken sinsi sinsi içindeki yüce güçler insanların merak ve öğrenme yetilerini alıyormuş birer birer. Kimse sormamış lakin kimsin diye.

Aylarca okulun koridorlarında dünyalılar gibi vakit geçirdikten sonra bir sabah vakti yakınından geçmekte olan siyah saçlı, yeşil gözlü genç bir delikanlının farkına varmış. Eros ve müridleri, peşinde koşmaktan yorulduğu Cecile’i biraz sınamanın vakti geldiğine inanmış olacaklar ki saplamışlar aşk oklarını acımasızca. Aşık olmasına olmuş da Cecile, delikanlının bir derdi varmışmış. Dünyalıların "madde bağımlısı" dedikleri dayanılmaz bir hastalığın pençesinde kıvranmakta imiş. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşırken delikanlı, Cecile’in aklına içindeki yüce güçler gelmiş ve birgün durdurmuş oğlanı koridorda, tutmuş ellerinden, öpmüş dudaklarından. Dudaklarından öpmüş, öpmüş, öpmüş. Öptükçe daha bir dinçleşirken delikanlı, Cecile’in saçlarında aklar, alnında kırışıklar peydah olmuş. Gözlerini açtıklarında çocuğun gözlerinin altındaki o mor halkaların yerini taptaze bir tene bıraktığını görmüşler. Görmüşler görmesine ama güzelliğinden ödün veren Cecile’in ise yüzüne bakılır yani kalmamış olacak ki genç delikanlı kaçar adımlarla uzaklara gitmiş, çok uzaklara.



Güçsüz kalan Cecile şöyle bir bakmış bulutların üstüne, kral tanrıdan medet umarcasına ama henüz tatmin olmamış bencil tanrılar.

Yola koyulmuş Cecile. Az gitmiş uz gitmiş. Yolun üzerinde güneşin batmakta olduğu üç yanı denizlerle çevrili bir müslüman ülkesinin doğusunda konaklamaya karar verdiği vakit yorgunluktan durduğu yerde bayılmış. Birkaç saat sonra gözlerini açtığında kendini genç, esmer, iri yarı, kalın dudaklı, gür siyah saçlı bir delikanlının kollarında bulmuş. Başta utangaç gözleri varmış delikanlının her fırsatta kendinden kaçan ancak hasta olduğu günlerde delikanlı ile daha fazla kaynaşınca o utangaç gözler kendine gelmiş, lal diller çözülmüş, yerini samimi duygulara bırakmış bir de . Başta kendisinin geçici ve doğaüstü bir varlık olduğundan habersiz delikanlı aşık olurken kıza, Cecile, ilk defa tanrı Eros’un okları olmadan kalbinde derin bir ağrı hissetmiş. Ne doktorlar çare bulabilmiş bu hastalığa, ne de tanrılar yukarıdan müdahele edebilmiş. Oğlanın kendisinden ayrılma vakti geldiğinde söz vermişler birbirlerine, unutacaklarmış sözde birbirlerini lakin hiç de öyle olmamış. Ufak bir kartopu gibi lekesiz başlayan aşk yuvarlandıkça, araya hasret girdikçe, dev bir kaya gibi yıkılmaz ve haşmetli bir hale gelmiş. Önce gözyaşları ile eritmeyi denemiş delikanlı, sonra araya başka sevdalar sokmuşlar, bakmışlar olacak gibi değil, kız oğlana şarkılar mı söylemezmiş, oğlan kıza şiirler mi yazmazmış, kartopu olmuş Toros Dağı, kayalaşmış, betonlaşmış, sertleştikçe Ferhat'ın işi daha da zorlaşmış.

Bu sırada Cecile’in anne ve babası feryat figan ederlerken yukarıda Tanrılar tekrar bir araya gelmişler ve bir karara varmışlar bu gidişata dur demek için.

Yeryüzüne merhametli bir erkek melek indirmeye karar vermişler ve nihayet uzun seçim süresi sonunda Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’nin bir köyüne bir erkek melek inmiş. Melek inmesine inmiş ama ne vakit ki Cecile’in karşısına çıkmış Tanrı Eros yukarıda bir yerlerde uykuya dalmışmış, aksilik bu ya.

Cecile ve erkek melek birbirlerine rastladıklarında o yüce Toroslar bir miktar yarılmış ama öyle bir yarılmış ki aradan güneş ışıkları yayılmaya başlamış.Cecile’in içini tanıdık bir neşe kaplamış, sarsılan dağın ardındaki gökyüzüne “Nerdesin Eros?” diye bakınırken, erkek melek çoktan yolunu almışmış ve artık yapılacak hiçbirşey yokmuş çünkü yirmidört saat içinde tanrısal özelliklerini kullanmazsa ölümlü haline gelirmiş ve artık erkek melek bir ölümlüymüş. Eros’un tembelliğinden dolayı erkek melek kendisine bahşedilen sonsuz aşkın üzerinden atlayıp geçmişmiş meğerse.

Cecile, uzunca bir yolun ortasında durup yukarıdaki tanrılara seslenmek için kafasını kaldırdığında yüreğinin bir yanı Doğu Anadolu’ya, bir yanı İç Anadolu’ya doğru çarpmaktaymış. Daha fazla bu acıya dayanamayan Cecile’in gözlerinden akan tuzlu su toprağa değer değmez tanrılar yaptıkları hatanın farkına varmışlar varmasına ama vakit çok geçmişmiş.

Cecile ölü bedeni ile arşa doğru yükselirken dünyadan getirdiği gözyaşları sonsuz boşluğun bir köşesine, gençlere ibret olsun diye, özel camdan kapda teşhir edilmeye başlanmış.

İşte derlerki o gün bugündür cezalı Tanrı Eros ne zaman yeryüzüne inse tüm aşıkları baştan şöyle bir ağlatırmış içli içli. Meğerse aşk ile gözyaşı o günden sonra ayrılmaz olmuşlar imiş.


Serpil Köse
28.05.2006