29 Mart 2008 Cumartesi

Etekliğin Altındaki Hazine



ETEKLİĞİN ALTINDAKİ HAZİNE

Küçüktüm, ufacıktım, cami avlusunda en küçük madeni paranın ancak iki katı kadar olan ufak ellerimizi tanıdık tanımadık herkese açmamız öğretilmişti, saçlarımızın daha renginin ayırdına varmadan başörtüsü takar, cinsiyetimizi bile anlayamadan karşı cinsi uzak durulması gereken ayrı canlılar ayrı dünyalılar olarak görürdük. Bilmediğimiz tehlikelerinin olduğu anlatılırdı fısıltılarla, erkek çocuklarını içlerinden her an yeşil uzaylı yaratıklar çıkacak sanırdık, uzak dururduk.

Okumayı öğrenmeden öğrendik Kuran okumayı, komşunun oğlu Adem ile camide neden ayrı oturacağımızı bile anlayamadan dinimizde kadının görevlerini öğrenir olmuştuk daha kadın olmadan. Ezanı Allah Baba’nın göklerden okuduğunu sanar, minareleri ise ona ulaşmak için büyüdüğümüzde çıkacağımız merdivenler sanırdık.

Şehrimize gelen şık giyimli, güzel ve güler yüzlü insanlar vardı ve her nedense bizlere ayrı bir canlıymışız gibi yaklaşır, annemizden babamızdan görmediğimiz ilgiyi gösterirler, yüklüce bahşiş bırakırlardı. Utanmasını bilirdik, kimimiz almazdı parayı bile, sadece iltifat eder elindeki amatör takıları güzel kadının orasına burasına takıştırıp kaçardı, sanırdık ki bizden bir parça onlarda kaldığında aramızda efsunlu bir bağ kurulacak, kim bilir belki de kurulurdu da biz o çocuk aklımızla kilometrelerce öteden algılayamazdık bu bağları, fotoğraflarımız çıkarmış gazetelerde, bilmezdik her birimiz ünlü bir artist olmuştuk o patlayan flaşların ardından. Bayramlarımız vardı bizim, sabah erkenden erkeklerin namaza yollanmasının ardından tatlıların son kez şerbetinin yenilendiği şeker tadında bayramlarımız. Fareleri bile doyuramayan evimize sihirli bir el dokunurdu adeta bugünlerde, krem rengine bürünmüş ve üzerinde karıncaların hakkını aradığı kesme şekerler, içleri meyve dolu lokumlara, ninemizin dizleri parçalanmış şalvarı birdenbire çiçekli basmaya dönüşürdü, sonra babamız bambaşka biri olurdu, adımızı bile hatırlamayan ulaşılmaz babamız tek tek hepimizi sıraya dizdikten sonra adlarımızı hatırlamaya çalışarak elini öptürür, ceplerimize elinden geldiği kadar bozuk para koyardı.

Çocuktuk ve sanırdık ki Külkedisi’nin görkemli at arabası böyle bir bayram sabahı balkabağından dönüşmüştü, yakışıklı prensin ayakkabısını aramak için evlerine geldiğinde ayıplardık Külkedisi’ni içimizden ama yine de bayramın efsununa verir öyle dinlerdik ninemizden o yabancı masalları. “Herhalde bayram günü idi” derdik birbirimize çünkü bizde bütün güzel şeyler bir bayram vakti olurdu. Büyüdük, biz karşı çıksak da, kambur yürüyerek ya da başörtümüzün uçları ile saklamaya çalışsak da, büyüdü memelerimiz, serpildi boyumuz, daha bir sıkı örtünür olmuştuk çünkü artık daha fazla saklayacak şeyimiz olmuştu ancak anlamadığımız bir şey vardı yine de, saklayacak isek neden büyüyorlardı? Ellerimiz, ayaklarımız da büyüyordu ki? Sonra ansızın o yeşil yaratıklarda bir gizem keşfettik, dere kenarlarında anlayamadığımız bu gizemleri anlattık birbirimize, karşı köyün Halil’ini anlattı Havva, Fatma’nın içindeki o anlaşılmaz kıpırtının sebebi konuşulur oldu çeşme başlarında, kimse telaffuz etmedi “aşk” kelimesini, aşkın göğsünü gere gere bir türlü giremediği topraklarda. Soramazdık, bilirdik yasak bir şeydi, nasıl ki cami hocasının gözünün içine bakmak yasaktı, yasaktı yeşil yaratıklardan bahsetmek ancak kestiremezdik onca hane nasıl olmuştu da her eve bir yeşil yaratık alarak yuva kurmuş, dizi dizi çocukları meydana getirmişti. Bayramdı herhalde, bayramda olmuştur, dedi Havva Kız. İşte masumluğumuzun, cahilliğimizin, bilgi dağarcığımızın “Ali Gel”den ileri gitmeyen vakitleriydi. Bir dersimiz vardı coğrafya, “Avrupa” diye bir yerden bahsediliyordu, üzerine bastığımız şu taban var ya, hani üzerinde yorgan döşek yattığımız, kardeşimin sabah akşam işediği taban, aslında yuvarlakmış, bizler yuvarlak bir kürenin üzerinde yaşıyormuşuz, sonra kutuplar diye bir yer varmış, altı ay gece, altı ay gündüz olurmuş oralarda, kar kalkmazmış bizim köyümüzde olduğu gibi, sahi bize yakın mıydı yoksa orası? Geçmişteki insanların dünyanın bir öküzün boynuzlarında döndüğünü sandıkları anlatılırdı ancak şimdi kimin sırtında idi ki, bu öküz öldükten sonra oğluna mı devretmişti, kimin sırtında idi şimdi peki dünya? Başka diller de varmış dünyada konuşulan, oysaki bilmezdik biz birkaç kilometre öteden gelen güzel giyimli insanların dillerini bile kimi zaman, kaldı ki dünya dillerini bilelim.

Etekliğimizin altında sakladığımız bir hazine var sanırdık, mühim bir şey olmalıydı bu kadar saklandığına göre. Bir hasat vakti idi işte, define avcılarının ıssız tarlada define avına çıktıkları bir öğle vakti idi hazinenin ayırtına vardığında Havva. Sabahın erken vaktinde hasta annesini ve ufak kardeşlerini evde bıraktıktan sonra koyulmuştu tarla yollarına, ter ve kir içinde saatlerce hasat topladıktan sonra evin en büyük kızı olmanın sorumluluğunun verdiği mağrur eda ile düşmüştü evinin yollarına, aklında tanımlayamadığı aşkı boğazında düğüm düğüm taşıyorken. Gökyüzü karardı birden, bulutlar kirlendi, tarladaki ekinler başlarını eğdiler utançlarından, on beş yaşında ya vardı ya yoktu, yeşil yaratıkların zehirli kanları hücrelerine teneffüs ettiklerinde, yarım saatte tam on yıl yaşlanmıştı, başörtüsünün altında daha gökyüzünü bir an görememiş saçlarına aklar düştü o vakit, hasta annesi yatağında inledi , cildindeki tazelik içinden suyu çekilen portakal gibi bıraktı yerini pörsümüş bir cilde, on beşindeydi ve tam bir saat içinde öğrendi dünyanın öküzün boynuzlarında dönmediğini, kutupları anladı o vakit, çaycı Rıza’nın etekliğine bakarkenki gözleri çizildi gökyüzüne sanki, on beş yaşında kadın olmuştu kendi rızasının dışında, koşarak terk ederken utanç dolu tarlaları, dostu sandığı bulutları, soluğu evde almış günlerce dışarıya çıkamamıştı, garipti, utanmasını biliyordu, bakamıyordu hasta annesinin yüzüne, babası ise daha da uzaktı artık sanki, kutuplar ancak bu kadar uzak olabilirdi.

Bilemedi bilemezdi de etekliğinin altındaki hazinenin ne gibi süprizlere gebe olduğunu, daha on beşinde kalbindeki kıpırtının adını bile koyamadan öğrenecekti anne olmasını, karnı büyüdü önce, büyüdü büyüdü… Çeşme başlarında sıtma olduğundan bahsedilir olmuştu, sıtma olmuştu köyünün o susuz topraklarında nasıl oluyorsa, doktorun yüzünü ölmeye yakın gören bizler birgün çeşme başında sancılandığında anladık davetsiz misafiri.

Gökyüzü tekrar kirlendi, bulutlar ağladı utancından susuz topraklarımızda, köyün ebesi etekliğinin altındaki hazineyi deşelerken kapattı gözlerini dünyaya, öldüğünde bile bilmiyordu dar vakitlerde bedeninden çıkmaya çalışan bir canlının olduğunu, öğrenemeden kapattı gözlerini. Kanlar içinde amatörce kumaşlara sarılırken yeni doğan bebek, çeşmenin sularına karışıyordu anne babanın feryatlarının gözyaşları. Çeşmenin sularında kaynadı gitti o gözyaşları…

Bir erkek çocuğu idi, bacaklarının arasında en değerli varlığını sergilerken köyün sakinlerine kahramanca, ağıtların arasına karıştı kaçamak sevinç gülüşler, bir erkekti o, şanslı idi, bir erkekti o…






05.01.2008

1 yorum:

sezgihan dedi ki...

merhaba ;

güzel bir yazı ; benzer örneklerini de çok defa rast gelip okuduğum bir konu içerisinde akıp gidiyor. bu konu ve konunun kimliğini ortaya koyan 'edebiyatın' bizim topraklarda bu kadar dile getirilmesinin , elbette bir sebebi var ve bu başka şekillerde ve herhangi bir bakıma , bayram , seyran , bağ ,bahçe , ekin , toprak , su , rüzgar nedir ? , pek bilmeyen , bir kere olsun başını göğe kaldırıp, bulutlara bakmayı aklına getiremeyen 'yeni dünya' insanları arasında , başka şekillerde sürüp gidiyor ve pek çok şey gibi her şey değişiyor. uzun sözlere , yorumlara gebe bir konu ...

bir okur olarak; yazıda gözüme batan ilk kelime , " sadece iltifat eder elindeki amatör takıları güzel kadının orasına burasına takıştırıp kaçardı. " cümlesinde ve bunun tekrarında ," Kanlar içinde amatörce kumaşlara sarılırken yeni doğan bebek " cümlelerinde bulunan 'amatör' kelimesi yerine daha uygun kelimeler olabilirdi.

yazınız ; olay, duygu, dusunce ve imgelerin estetik kaygı gudulerek, sosyal bir sorunu anlatan güzel bir yazı ,ve fakat; okucuda etkisi zayıf. bana göre bu da yoğunluktan kaynaklanıyor ve bunun nedeni okuyucunun beklentilerini karşılaya mamasından kaynaklanıyor olabilir. sonuçta hedef yalnızca yazmak , üretmek değil , aynı zamanda okuyucuyu yakalamak olmalıdır .

okunmanın keyfine varmanız dileğimle .




hoşçakalın