29 Mart 2008 Cumartesi

Etekliğin Altındaki Hazine



ETEKLİĞİN ALTINDAKİ HAZİNE

Küçüktüm, ufacıktım, cami avlusunda en küçük madeni paranın ancak iki katı kadar olan ufak ellerimizi tanıdık tanımadık herkese açmamız öğretilmişti, saçlarımızın daha renginin ayırdına varmadan başörtüsü takar, cinsiyetimizi bile anlayamadan karşı cinsi uzak durulması gereken ayrı canlılar ayrı dünyalılar olarak görürdük. Bilmediğimiz tehlikelerinin olduğu anlatılırdı fısıltılarla, erkek çocuklarını içlerinden her an yeşil uzaylı yaratıklar çıkacak sanırdık, uzak dururduk.

Okumayı öğrenmeden öğrendik Kuran okumayı, komşunun oğlu Adem ile camide neden ayrı oturacağımızı bile anlayamadan dinimizde kadının görevlerini öğrenir olmuştuk daha kadın olmadan. Ezanı Allah Baba’nın göklerden okuduğunu sanar, minareleri ise ona ulaşmak için büyüdüğümüzde çıkacağımız merdivenler sanırdık.

Şehrimize gelen şık giyimli, güzel ve güler yüzlü insanlar vardı ve her nedense bizlere ayrı bir canlıymışız gibi yaklaşır, annemizden babamızdan görmediğimiz ilgiyi gösterirler, yüklüce bahşiş bırakırlardı. Utanmasını bilirdik, kimimiz almazdı parayı bile, sadece iltifat eder elindeki amatör takıları güzel kadının orasına burasına takıştırıp kaçardı, sanırdık ki bizden bir parça onlarda kaldığında aramızda efsunlu bir bağ kurulacak, kim bilir belki de kurulurdu da biz o çocuk aklımızla kilometrelerce öteden algılayamazdık bu bağları, fotoğraflarımız çıkarmış gazetelerde, bilmezdik her birimiz ünlü bir artist olmuştuk o patlayan flaşların ardından. Bayramlarımız vardı bizim, sabah erkenden erkeklerin namaza yollanmasının ardından tatlıların son kez şerbetinin yenilendiği şeker tadında bayramlarımız. Fareleri bile doyuramayan evimize sihirli bir el dokunurdu adeta bugünlerde, krem rengine bürünmüş ve üzerinde karıncaların hakkını aradığı kesme şekerler, içleri meyve dolu lokumlara, ninemizin dizleri parçalanmış şalvarı birdenbire çiçekli basmaya dönüşürdü, sonra babamız bambaşka biri olurdu, adımızı bile hatırlamayan ulaşılmaz babamız tek tek hepimizi sıraya dizdikten sonra adlarımızı hatırlamaya çalışarak elini öptürür, ceplerimize elinden geldiği kadar bozuk para koyardı.

Çocuktuk ve sanırdık ki Külkedisi’nin görkemli at arabası böyle bir bayram sabahı balkabağından dönüşmüştü, yakışıklı prensin ayakkabısını aramak için evlerine geldiğinde ayıplardık Külkedisi’ni içimizden ama yine de bayramın efsununa verir öyle dinlerdik ninemizden o yabancı masalları. “Herhalde bayram günü idi” derdik birbirimize çünkü bizde bütün güzel şeyler bir bayram vakti olurdu. Büyüdük, biz karşı çıksak da, kambur yürüyerek ya da başörtümüzün uçları ile saklamaya çalışsak da, büyüdü memelerimiz, serpildi boyumuz, daha bir sıkı örtünür olmuştuk çünkü artık daha fazla saklayacak şeyimiz olmuştu ancak anlamadığımız bir şey vardı yine de, saklayacak isek neden büyüyorlardı? Ellerimiz, ayaklarımız da büyüyordu ki? Sonra ansızın o yeşil yaratıklarda bir gizem keşfettik, dere kenarlarında anlayamadığımız bu gizemleri anlattık birbirimize, karşı köyün Halil’ini anlattı Havva, Fatma’nın içindeki o anlaşılmaz kıpırtının sebebi konuşulur oldu çeşme başlarında, kimse telaffuz etmedi “aşk” kelimesini, aşkın göğsünü gere gere bir türlü giremediği topraklarda. Soramazdık, bilirdik yasak bir şeydi, nasıl ki cami hocasının gözünün içine bakmak yasaktı, yasaktı yeşil yaratıklardan bahsetmek ancak kestiremezdik onca hane nasıl olmuştu da her eve bir yeşil yaratık alarak yuva kurmuş, dizi dizi çocukları meydana getirmişti. Bayramdı herhalde, bayramda olmuştur, dedi Havva Kız. İşte masumluğumuzun, cahilliğimizin, bilgi dağarcığımızın “Ali Gel”den ileri gitmeyen vakitleriydi. Bir dersimiz vardı coğrafya, “Avrupa” diye bir yerden bahsediliyordu, üzerine bastığımız şu taban var ya, hani üzerinde yorgan döşek yattığımız, kardeşimin sabah akşam işediği taban, aslında yuvarlakmış, bizler yuvarlak bir kürenin üzerinde yaşıyormuşuz, sonra kutuplar diye bir yer varmış, altı ay gece, altı ay gündüz olurmuş oralarda, kar kalkmazmış bizim köyümüzde olduğu gibi, sahi bize yakın mıydı yoksa orası? Geçmişteki insanların dünyanın bir öküzün boynuzlarında döndüğünü sandıkları anlatılırdı ancak şimdi kimin sırtında idi ki, bu öküz öldükten sonra oğluna mı devretmişti, kimin sırtında idi şimdi peki dünya? Başka diller de varmış dünyada konuşulan, oysaki bilmezdik biz birkaç kilometre öteden gelen güzel giyimli insanların dillerini bile kimi zaman, kaldı ki dünya dillerini bilelim.

Etekliğimizin altında sakladığımız bir hazine var sanırdık, mühim bir şey olmalıydı bu kadar saklandığına göre. Bir hasat vakti idi işte, define avcılarının ıssız tarlada define avına çıktıkları bir öğle vakti idi hazinenin ayırtına vardığında Havva. Sabahın erken vaktinde hasta annesini ve ufak kardeşlerini evde bıraktıktan sonra koyulmuştu tarla yollarına, ter ve kir içinde saatlerce hasat topladıktan sonra evin en büyük kızı olmanın sorumluluğunun verdiği mağrur eda ile düşmüştü evinin yollarına, aklında tanımlayamadığı aşkı boğazında düğüm düğüm taşıyorken. Gökyüzü karardı birden, bulutlar kirlendi, tarladaki ekinler başlarını eğdiler utançlarından, on beş yaşında ya vardı ya yoktu, yeşil yaratıkların zehirli kanları hücrelerine teneffüs ettiklerinde, yarım saatte tam on yıl yaşlanmıştı, başörtüsünün altında daha gökyüzünü bir an görememiş saçlarına aklar düştü o vakit, hasta annesi yatağında inledi , cildindeki tazelik içinden suyu çekilen portakal gibi bıraktı yerini pörsümüş bir cilde, on beşindeydi ve tam bir saat içinde öğrendi dünyanın öküzün boynuzlarında dönmediğini, kutupları anladı o vakit, çaycı Rıza’nın etekliğine bakarkenki gözleri çizildi gökyüzüne sanki, on beş yaşında kadın olmuştu kendi rızasının dışında, koşarak terk ederken utanç dolu tarlaları, dostu sandığı bulutları, soluğu evde almış günlerce dışarıya çıkamamıştı, garipti, utanmasını biliyordu, bakamıyordu hasta annesinin yüzüne, babası ise daha da uzaktı artık sanki, kutuplar ancak bu kadar uzak olabilirdi.

Bilemedi bilemezdi de etekliğinin altındaki hazinenin ne gibi süprizlere gebe olduğunu, daha on beşinde kalbindeki kıpırtının adını bile koyamadan öğrenecekti anne olmasını, karnı büyüdü önce, büyüdü büyüdü… Çeşme başlarında sıtma olduğundan bahsedilir olmuştu, sıtma olmuştu köyünün o susuz topraklarında nasıl oluyorsa, doktorun yüzünü ölmeye yakın gören bizler birgün çeşme başında sancılandığında anladık davetsiz misafiri.

Gökyüzü tekrar kirlendi, bulutlar ağladı utancından susuz topraklarımızda, köyün ebesi etekliğinin altındaki hazineyi deşelerken kapattı gözlerini dünyaya, öldüğünde bile bilmiyordu dar vakitlerde bedeninden çıkmaya çalışan bir canlının olduğunu, öğrenemeden kapattı gözlerini. Kanlar içinde amatörce kumaşlara sarılırken yeni doğan bebek, çeşmenin sularına karışıyordu anne babanın feryatlarının gözyaşları. Çeşmenin sularında kaynadı gitti o gözyaşları…

Bir erkek çocuğu idi, bacaklarının arasında en değerli varlığını sergilerken köyün sakinlerine kahramanca, ağıtların arasına karıştı kaçamak sevinç gülüşler, bir erkekti o, şanslı idi, bir erkekti o…






05.01.2008

15 Mart 2008 Cumartesi

Vişne Suyu İçer Misin Evladım?

On iki yaşındaydım ona ilk rastladığımda, duygular bakımından uçarı. Aklımın bir karış havada olduğu zamanlardı.

On iki yaşındaydım, kelebekleri yüzyıllarca yaşar sanır, gülün dikeni olduğunu bilmezdim. Büyükbabamın o yurtta mutlu olduğunu, orada iyi vakit geçirdiğini sanırdım. Elini dudağına götüren o güzel hemşirenin resminin ardından bana göz kırptığını görecek kadar hayalperest, mezarların içine sadece bazı anıların gömüldüğünü sanacak kadar da cahildim.

O gün her zamanki yaşlılar yurdu ziyaretimi yapmak üzere yola koyulmuş, yolda manava uğrayıp büyükbabamın en sevdiği meyvelerden almış, deyim yerindeyse ağzımı kulaklarıma vardırmış yürüyordum. Böyle bir ruh hali ile girdiğimde odasına büyükbabamın rastladım ona. Küçük elleri ile kendisine getirilmiş çiçek demetini gülümseyerek koyuyordu vazoya yaşlı teyze. İçeri hızlıca girdiğimden olacak bir irkildi o küçücük bedeni, iri iri açıldı kocaman gözleri, kızıl saçları elektriklendi sanki...

- Pardon, çok özür dilerim, ben büyükbabama gelmiştim,
- Büyükbabanın yatağı karşıki odaya taşındı evladım, gelsene içeri, sana vişne suyu ikram edeyim.
- Yok teyzecim, ellerim dolu baksana, hem ben büyükbabamı özledim,
- Özledin mi? Sahi özledin mi? Özlemek, ne çok kıskanmışımdır bu kelimeyi, diyerek ince, incecik bedeni ile yatağına yatmak için terliklerini çıkarmaya başladı.
- Bir dahakine gelirim teyzeciğim, söz sana, hatta bakarsın çıkışta sana uğrarım,
- Olur evladım, haydi büyükbaban beklemesin.

Kırılmış mıydı? Yoksa üzmüş müydüm onu? Ne güzel saçları vardı, kıpkızıl ve yumuşacık, ya gözleri, her an nemli ama gülümser gözleri.

Çok etkilenmiştim. Beyaz geceliği gözümün önünden gitmiyordu, benim hiç ninem olmamıştı ki.



Koridorun sonundan bana doğru yaklaşan o şakacı hemşirelerden birine sordum büyükbabamı,




- Hımm Ahmet Bey mi? Onu karşıki odaya aldık, bahçeye bakan, kuş seslerinin olduğu bir oda istedi. Bir de kadın sesi duymak istiyormuş sık sık. Kadın fotoğrafları görmek istedi, kızıl saçları olsun dedi, anlayamadık.
- Ben anladım.

On iki yaşındaydım ve on iki senedir huysuz dedemin kızıl saç takıntısını anlamamıştım, kız kardeşim doğduğu gün annemle babama sürekli baskı yapmıştı, torunumun adını “Zeliha” koyun diye. Dinlememişti babam, araları hiç iyi değildi. Aile geleneği bu derdi büyükbabam, ailemizin en önemli geleneği kuşaklar arası küskünlük, lakin öyle de oldu, annem ile babam her zaman bu aksi ve huysuz adamdan kurtulmak istedi, ne kız kardeşim sevebildi onu benim kadar, ne de babam, öz babası idi oysaki.



- Büyükbaba! Ne yapıyorsun? Sigara yasak sana, nereden de buldun onu?

İçeri girdiğimde pencere kenarına doğru ayağa kalkmış, sigarasını tüttürüyordu büyükbabam, beni duyunca irkildi, titrek elleri tutmaz oldu yeni yakılmış sigarasını da yerler içti geriye kalan değerli tütününü.

- Ah Mahir? Sen mi geldin? Ne çok özledim seni? Gel sana bir sarılayım şöyle.
- Hayır sarılma, kurallara uymadığın süre sarılma… diyecektim ki simsiyah gözleri ile karşılaştım, koştum, sarıldık sımsıkı. Dayanamadı, düşecek gibi oldu, yatağına yatırdım.
- Getirdin mi bana kadın fotoğrafları?
- Getirdim getirdim de büyükbabacım, ne olacak yahu senin bu halin, bak evdeki dergilerden yırtıp yırtıp getiriyorum sana bu resimleri, torununu sapık sanacaklar.
- Büyükbabasına çekmiş derler, boşver, ver bakayım şunları hele bir.

Pantolonumun arka cebine özenle katlayarak yerleştirdiğim kadın fotoğraflarını verdim ona. Nasıl sevindi anlatmaya on iki yıldır edindiğim kelime bilgisi yetmezdi. Teker teker hızlıca bakarken hepsine birden kaşları çatıldı;

- Bunun saçları sarı, al çöpe at, istemem.
- Ama büyükbabacığım !?!




Sustum, sormadım bile. Biliyordum birazdan fotoğraflara bakmaktan yorulacak ve başucundaki kitabını alacak ve Sait Faik okumaya başlayacaktı, nitekim öyle de yaptı.Yalnız bıraktım onu. Ses etmedim, bir yarasa kadar sessiz, bir karınca kadar hızlıca çıktım odasından. Onu yalnız ve huzurlu bırakmanın zamanı idi.

Yurdun koridoruna daha bir adım atmıştım ki ruhumu dizginleyen bir melodi bir çengel oldu havada, tuttuğu gibi gömleğimin yakasından, çekti beni “Ave Maria” nın notalarının yoluna.


Az önceki teyze idi bu. Pikabında dinlerken bu şarkıyı, gözlerini kapatmış, gülümsüyordu, kapı açıktı, sessizce yaklaştım, biraz izlemek istedim istemesine ama kolumun başucundaki bardağa çarpması ile bardağın korkunç bir gürültü ile yere düşmesi bir oldu.Korktu, çok korktu, yatağından irkilerek kalkarak az önceki gibi açtı o iri yeşil gözlerini, dikti üzerime.

- Sen miydin evladım,korkuttun beni ama olsun, sıkma canını, derken renkten renge girmiş ben, kıpkırmızı suratla yerdeki cam parçalarını temizlemeye çalışırken üstünkörü, içeri giren bir hemşirenin sesi ile irkildim.

- Ben temizlerim beyefendi, siz bırakın.

Beyefendi! İlk defa bir hemşire bana böyle sesleniyordu, hep “küçük bey” derlerdi. Sanırım büyüyordum.

- Otur evladım, sana vişne suyu vereyim mi? Kan yapar, bak içmezsen sonra benim gibi olursun alimallah.
- Yok teyze istemem, sağol.
- Adın ne senin?
- Mahir?
- Hımm Mahir ha? Ne güzel isimdir şu Mahir…
- Güzeldir teyze, büyükbabam koymuş ismimi, annemle babamı tehdit etmiş, Mahir koymazlarsa adımı, beni kaçıracağını söylemiş.
- Kaçırmak mı? Hi hi hi… Ne çılgın bir büyükbaban varmış.
- Çoookk…

Gülümserken ince dudaklarının arasından depderin ve karanlık bir yol açılıyordu kalbine doğru. Gül bahçeleri vardı kenarlarında dikensiz güllerle bezeli, nefesi leylaklar gibi kokuyordu. İnci dişleri ise çitleri idi bu bahçenin. Birden bu bahçeye girmek istediğimi hissettim, bir vişne suyu mu içmeliydi ?

- Vişne suyu vereyim mi sana?
- Ver teyzeciğim…




Aklımı okumuştu dudaklarına bakarken sanki. Şaşırıp kalmışken güldü bana alaycı alaycı. Yatağından kalkıp yavaş yavaş o küçücük bedeni ile dolabı açıp bardağa vişne suyu dökerken gözüme başucundaki Sait Faik kitabı takıldı. “Kiraz mevsimi” yazıyordu, büyükbabamın en sevdiği şiirdi.

- Kaç yaşındasın sen?
- On iki..
- …
- Çok mu küçük?
- Çok küçüksün…
- Senin benim gibi küçük torunların yok mu?
- Yok, ben hiç evlenmedim, hiç torunum olmadı senin gibi.
- Sahi mi?
- Sahi ya? Kötü bir şey mi bu sence?
- Yoooo değil, ben olurum senin torunun işte.
- Ol Mahir, son birkaç günümde torunum ol sen benim.

On iki yaşındaydım. Mezarlara sadece anılar gömülür sanırdım, insanların öldükten sonra tekrar dirildiğine, aramıza başka bedenlerle başka duygularla karıştığına inanırdım.

- Son günler mi?

İnci gibi dişleri vardı, dişlerinin arasından leylak kokuları çıkıyordu, gözlerinin siyah noktasından içeri baktığınızda bir lunaparkta atlıkarıncaya biniyordunuz, o kadar çocuksu idi ki, elmaşekeri yiyor, seksek oynuyordunuz gözlerinin içinde.

Gözlerinden aldığımda gözlerimi, takıldı gözlerim başucundaki onlarca fotoğrafa. Bir sürü insan portresi, bir sürü anı. Bir yandan vişne suyumu içiyor, bir yandan fotoğraflara bakıyorken yatağına tekrar geldi. Fotoğraflara baktığımı görünce;

- Sana onları tanıtayım mı?
- Lütfen.

Önce bir kız fotoğrafı aldı eline. Kızıl ile kahverengi saçları vardı ve ağız dolusu gülüyordu.

- Bu benim en sevdiğim arkadaşımdı, üniversiteden, öyle bir kız idi ki duygularının arasındaki geçişlere yetişmeye hızınız yetmezdi, tutkulu idi, bir o kadar da güçlü.
- Ne güzel, dedim.
- Bak bu da diğer arkadaşım,
- Ne güzel gülümsüyor,
- Evet onu ilk tanıdığımda da böyle gülerdi, onun en çok gülümsemesini severdim bir de kedilere olan sevgisini, tüm sevgisini kedilere vermişti, adaletsiz bir paylaşım yaptırmıştı kalbine.
- Neden?
- Ülkesini ve dünyayı seviyordu ama insanların çoğunu sevmiyordu, yönetiliş tarzını, siyasetini. Bu bozuk düzen bozuyordu onun yüreğini, belki diyorum, belki istediği düzene ulaşsaydık da görseydi insan her düzende aynı insan, düzendir sadece değişen.
- Peki bu kim?


Gülümsedi. Kızıl saçları hareketlendi, yanaklarına daha bir kırmızılık basarken gördüm alın çizgilerinin içindeki gelincik tarlalarını, kelebekler havalandı bir yerlerde, tam bulutlar çekilecekti ki gelinciklerin üzerinden sağanak bir yağmur başladı, toprak ıslandı, keskin bir bitki örtüsü kapladı ortalığı yemyeşil.

- Sevdiğim adamdı.
- Ona ne oldu peki?





Bir kurşun sesi duyuldu uzaklarda bir yerde. Bir cam şıngırtısı, bir kadın çığlığı, bir bebek ağlaması. Dünyanın tüm kederli sesleri yankılanırken kulaklarımda,

- Onu hiç affetmedim ben, bir vişne suyu daha vereyim mi evladım?

Şaşırdım, konuyu değiştirmek için beni şeker komasına sokmayı bile göze almıştı lakin gitme vaktim gelmişti.

- Ben kalkmalıyım, söz veriyorum, bir daha uğrayacağım size vişne suyu getireceğim, diyecekken yatağına uzanmış gözlerini kapamış buruklukla mutluluk arası bir çizgi kalıbına sokmuştu dudaklarını.

Sessizce üstünü örttüm, incecik kollarını değerli bir mücevheri tutar gibi tutarak soktum pikenin altına. Bir çocuk gülümsedi bir yerlerde, iki sevgili birbirine sarıldı sımsıkı.




Çok etkilenmiştim. Eve giderken o genci merak ediyordum, fotoğraftaki genci, keskin hatlı, kalın kaşlı o genci, tanıdık geliyordu bana bir yerlerden. Ünlü Hollywood artistlerine benzetmiştim sanırım. Eve gidip bir an önce babama anlatmak istiyordum. Adımlarımı hızlandırdım.




Günler geçti, bir okul haftasını da yorgunlukla atlattıktan sonra gelen hafta sonunun coşkusu ile her cumartesi yaptığım sabah yürüyüşünün rotasını yaşlılar yurduna çevirdim. Onu tekrar görmek istiyordum. Bakkala uğradım, iki kutu vişne suyu aldım, büyükbabama da en sevdiği meyvelerden. Aklıma bir muzurluk gelmişti, tanıştıracaktım ikisini de. Ne de olsa Sait Faik seviyorlardı ikisi de.



Yurttan içeri adımımı attığımda belli belirsiz bir sıkıntı peydah oldu sanki kalbimde. Tarlaları zararlı böcekler sardı, fareler bastı, soğuk ülkelerde çığlar düştü insanların üstüne, savaşlar çıktı bilmem kaçıncı dünya savaşları, bir asker diğerini kurşunladı dünyanın öteki bir ucunda.



302 no’lu odanın kapısına doğru yöneldim. Aldığım vişne suyunu verecektim leylak kokulu teyzeye. Zihnimin taaa derinlerinden gelen Ave Marie melodilerinin notası bilindik rotasını çizerken önüme doğru, leylak kokuları keskinliğini yitirmişti sanki. Yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm. Uzadı o beş yıldır bana kısa gelen koridorlar, hiç varamayacaktım sanki odanın kapısına. Hem hemşire fotoğrafları da göz kırpmıyordu artık. Neler oluyordu?

302 no’lu kapının önüne gelmiştim, on iki yaşında idim, bir kadınla adamın yaşayacağı en kutsal duyguyu tanımazdım, akbabaların çiçekle beslendiğini sanır, akreplerin iğneleri ile dikiş diktiğini sanırdım, on iki yaşındaydım kapının önüne geldiğimde. Odanın içerisi bomboştu – bir timsah yakaladı ceylanı bir yerlerde - fotoğrafların yerinde bir takım beyaz ve üzeri yazı dolu kağıtlar duruyordu, ilerledim, anlam verememiştim, kağıtları alıp da bulanık zihnimi berraklaştırmak istemiştim, hızlıca deli gibi okuyordum kağıtları,

“302 no’lu oda sakini Sayın Zeliha Güler 01.04.2007 tarihinde uykusunda vefat etmiştir. Yurdumuz yönetmeliği gereği naaşı erkek kardeşine teslim edilmiş olup tarafımıza karşı hiçbir hukuki yükümlülüğü bulunmamaktadır…”

Beynimden vurulmuşa dönmüştüm, on iki yaşındaydım, ölümü bir oyun sanar, ölenlerin saklambaç oynadığını düşünürdüm ama Zeliha Teyze’nin saklandığı yerden hiç çıkmayacağını anlayacak kadar büyümüştüm tam bir günde.

Gözlerimden akan yaşları kurulamak istercesine pikeye sarıldığımda yatağın üzerinde duran bir fotoğraf düştü yere. Eğildim, yoğun duygularımın arasında duraklayan beynimin çarkları tekrardan geçince harekete, tanıdım adamı, aman Tanrım, oydu işte, ta kendisi…

Büyükbabamın kızıl saçlı, küçük bedenli kadını Zeliha idi bu… O fotoğraftaki adam da büyükbabamdı işte.

Koşmaya davrandım, tüm dünya koşmaya başladı sanki, benimle birlikte herkes koşuyordu, ceylanlar, tavşanlar, aslanlar her şey, herkes koşuyordu dünyada adeta.

- Ahmet Bey’in doktorunu çağırın!
- Ambulans çağırın doktor sonra gelsin!
- Nabzı durmuş duydunuz mu? Ahmet Bey’in nabzı durmuş…


Büyükbabamın da kalbi durmuştu, yıllardır birbirinden uzakta atan kalpleri aynı günde durmuştu, üstelik de karşı karşıya olan odalarda birbirinden habersiz. Yıkılmıştım, mahvolmuştum.

Tam on iki yaşındaydım, kelebekleri yüzyıllarca yaşar sanır, gülün dikeni olduğunu bilmezdim işte böyle.



14 Mart 2008 Cuma

Şiiriçi Hatları Vapuru-Sunay Akın



ŞİİRİÇİ HATLARI VAPURU




Nazım Hikmet vapuru

deniz ile arasına

dökülen asfaltı kırar

ve özgürlüğüne kavuşturur

salacak iskelesini

batmak pahasına



Can Yücel vapuru

alaycı bir düdük çalar

savaş gemilerine

ki rakı şişeleri asılıdır

can simitlerinin

yerine



Attila İlhan vapuru

keyfile yarar suları

içinde çünkü sevgililer öpüşür

ve güvertesinde

sigarasını rüzgara karşı yakan

bir katil üşür



Edip Cansever vapuru

denize yansıyan

otel ışıkları altında

gider gelir boğazın en uzak

iki iskelesi arasında





Orhan Veli vapuru

evlerine taşırken

telaş içindeki insanları

küpeştesinden atılan

simitleri kapışır

martı kuşları




Cemal Süreya vapuru

akşamüstleri giyince

ışıklı elbisesini

ince bir duman savurarak havaya

dansa kaldırır

kız kulesini




Sunay Akın