8 Haziran 2008 Pazar

DENİZ ATININ DİŞLERİ




DENİZ ATININ DİŞLERİ



Güneş, sıranın kendisine gelmesinin verdiği şımarıklıkla nazlı nazlı doğarken, her bir ışık huzmesi, annesinin elini bırakıp ta özgürce parka yayılan yaramaz çocuklar gibi dağılıyordu etrafa ve Anne Güneş az önceki mağrur edasını bir yana atarak yaramaz evlatlarını düzene sokma peşinde tatlı bir telaş içinde bulmuştu kendini.

İşte bu yaramaz yavru ışınlardan biri keskin ve ateşli mızrağını doğrultmuştu Ayvalık Sokaklarının bodur evlerinden birinin yatak odasına. Zülfikar’ın esmer poposu yorganın altından bir ayna edası ile meydan okurken yaramaz ışına, keskin bir acı ile fırladı Zülfikar yataktan. Kan ter içinde kalmışken ne olduğunu anlamaz bir şekilde ovuşturdu poposunu, bir böcek ısırmışçasına acırken poposu odasının camının mercek vazifesi ile yaramaz ışına yardım ve yataklık ettiğini anlamayacak kadar uyku mahmuru idi.

Saatine baktı dehşetle bir şey hatırlamışçasına ve yataktan öyle bir attı ki kendini, ayaklarına dolanan pikenin sinsi tuzağına düşüp kendini yerde buldu, okkalı bir küfür savururken, tişörtten bozma yazlık pijaması da çoktan kafasına geçmişti bile. Anlaşılan bugün evrendeki tüm varlıklar – güneşinden pikesine- Zülfikar’a şaka yapmak için anlaşmıştı.

Bir müddet yerde pes etmiş bir şekilde uzandıktan sonra tüm gücünü toplayarak üzerinde ne var ne yok çıkardı Zülfikar, artık hiçbir varlık kendisinin yoluna çıkamayacaktı, bir zafer edası ile anadan doğma bir şekilde kollarını “güç bende artık” diye iki yana açarak tek kaşı kalkık çapaklı gözleri ile bakarken gardrobun aynasına, kader, güneş ve yaramaz ışınlarla bir olmuş, yollamıştı ninesini odaya o anda.

Kapının hızlıca açılması ile donan suratlar, yere düşen kahvaltı dolu tepsi, minik ellerle kapatılan bacak arası ve ardından yatağa bir ok gibi uçma hareketi…


- Zülfikar sen ne yapıyorsun?!?

- Ya git nine ya, kaç kere odama izinsiz aniden girmeyin dedim ya, diye bağırırken bir yandan az önceki yaramaz pikeyi tekmeleyip bacaklarını örtüyordu.

- Şu anda limanda olup gelen turist kafilesini karşılıyor olman gerekirken sen Zeus Heykeli gibi poz mu veriyorsun aynanın karşısında, seni Allah ne yapmiya, haydi aşağı gel bir an önce bir şeyler atıştır, Rüştüler az önce zili çaldılar, onlar varmıştır iskeleye diye söylenirken alalacele yere dökülen zeytinleri ve süt bardağının cam kırıklarını temizliyordu.




Güneş artık ortama hakim olmanın tadını çıkarırcasına oturmuş elişini yaparken yaramaz ışınlarını gözlüğünün altından kontrol ediyordu. Yaşlanmıştı artık, evrenin düzenine ayak uyduramayacak kadar bitkindi, küresel ısınmanın ek mesaileri onu vaktinden önce yaşlandırmıştı.



Esmer poposunu bisikletin selesine yerleştiren Zülfikar tek eli ile yer iken ninesinin hazırladığı sandviçi, diğer eli ile hızlıca direksiyonu yönlendiriyor, bir an önce iskeleye varmak için acele ediyordu. Bugün çok özel bir gündü. Senelerdir düzenlenen Ayvalık Şenliği için Rum konuklar gelecekti.


Kısa bir bisiklet yolculuğunun ardından vardı iskeleye. Her yerde balonlar, stantlar, dondurmalar, Rum müzikleri ve ardından Türkçe versiyonları ile iskele adeta bir karnaval havasına girmişti. İleride görünce arkadaşlarını, pedallara daha da hızlı yüklenerek vardı yanlarına. Hepsi pür dikkat komik suratlı belediye başkanını dinliyor, bir yandan da söylediklerini tekrar ederek aralarında kahkahaya boğuluyorlardı. Oldum olası bu patates suratlı, kahverengi takım kıyafetli ve komik bıyıklı adama gülerlerdi. Gülünmeyecek gibi değildi, her konuşmasında bir pot kırar, köylüsünden şehirlisine herkesi kahkahaya boğardı. Bir keresinde komikliği yetmiyormuş gibi kürsüye çıkar çıkmaz adamı poposundan arı sokmuştu, çığlık bile atamamıştı zavallı adam, biraz izin istemiş kıpkırmızı suratla indikten sonra kürsüden karısının telaşlı telaşlı bakkala yönelip yoğurt almasının ardından umumi bir wc’de yoğurda boğmuşlardı poposunu, e haliyle bir daha kürsüye çıkamamıştı o gün.

İşte yine komik yüzü ile yaparken konuşmasını görüldü ileriden Rum Teknesi. Uzaktan müzik notalarının gökyüzüne süzülüşü bile görülürken yakınlaştıkça meydana bir sessizlik hakim oldu, başkan konuşmasını bitirmiş, iskelenin en önünde konukları karşılamak için yerini almıştı bile.

Zülfikar yerinde duramıyordu, heyecandan sürekli tuvaleti geliyordu ama tuvalete giderek eğlencenin en ufak bir noktasını bile kaçırmak istemiyordu.



Güneş bile pür dikkat yaklaşan motoru izlemekte idi o vakit elindeki elişini bir yana bırakmış…



Yaklaşan motorun pır pır eden sesinden başka bir ses kalmamıştı ortalıkta. Motordaki müzik de kapatılmış heyecanlı bir ambians yaratılmıştı meydanda. İyice yaklaşan motorun içindeki yüzler daha da bir belirginleşirken kırmızılı yeşilli elbiseli güzel Rum kızları dikkat çekmekte idi. Az önceki oynak Rum müziklerinin bedenlerinde yarattığı kıvraklık yerini sukunete bırakmış hepsi mermerden bir heykele dönüşmüştü sanki, böyle düşünüyordu Zülfikar bu manzara karşısında.

Motorun iskeleye yanaşmasının ve içindeki turistlerin bir zamanlar dedelerinin yaşadığı topraklara ürkek bir misafir gibi inmelerinin ardından belediyenin hazırlamış olduğu Rumca karşılama müziği çalmaya başladı. Müziğin başlaması ile birlikte o heykellerin vücutlarının üzerindeki mermer tabaka çatlamıştı, ilk çatlama gülümseyen yüzlerinden başlamıştı. Bir hareket silsilesi sarmıştı ortalığı, birbirini ilk defa gören bu insanlar kırk yıllık arkadaşlarmışçasına candan ve sıcak bir şekilde kucaklaşıyorlardı. Türkçe ve Rumca sevinç kelimeleri uçuşuyordu etrafta. Herkes birbirine sarılıyordu, herkes çok mutluydu, yıllar önce karşılıklı evlerinden uzaklaştırılan azınlıkların torunları o yılların acısını çıkarırmışçasına kol kola yürümeye başlamışlardı meydanda, kimi stantlardaki içeçeklerden almış, kimi elmalı tartları yemeye başlamış kimi ise karaya ayak basar basmaz kısmi olarak Sırtaki’ye başlamıştı. Ayvalık’ın insanları ne kadar biliyor ise Sirtakiyi, Yunanistan’dan gelen konuklar da sirtakinin ardından Ege Halk Oyunlarına eşlik edebilecek kadar biliyordu Türk Oyunlarını.

Ancak bir sorun vardı.

Tüm hareketliliğin içinde hareketsiz kalmış biri vardı ki o da Zülfikar’dan başkası değildi. Bir ceylanı fark eden aslan gibi doğanın ortasında donakalmış izlemekte idi onu. Daha önce tanımadığı bir duygu idi, ne olduğunu kendi de kestiremiyordu Zülfikar. Hormonları sabahki güneş ışınları gibi vücudunun içinde bir oradan bir buraya zıplayıp dururken kalbi pır pır ediyordu. Aşık olmuştu Zülfikar, ilk defa aşık olmuştu. Basilia’ya aşık olmuştu.
Bembeyaz vücudu, buğday rengi saçları ve kıpkırmızı dudakları ile usta bir heykeltıraşın elinden çıkma heykellere benziyordu antik dönemden kalma. Mavi elbisesi ile uyumlu mavi bir çantası vardı, beyaz babet ayakkabıları ile sanki az sonra bir bale gösterisi yapacak gibi hazırda bekliyordu adeta.

Kafasına düşen bir stant reklam tabelasının etkisi ile kendine geldi Zülfikar. Bir anda şimşekler çakmıştı sanki beyninin ortasında, birkaç saniye karardıktan sonra ortalık ardından gözlerini açması ile Basilia’nın elleri ile ağzını kapatarak kendisine kikirdediğini gördü. Esmer suratı bordo bir renk almaya yüz tutmuşken namludan çıkmış bir kurşundan daha da atik bir şekilde meydandan yok oldu Zülfikar. Basilia bile az önce gördüklerinin bir yanılsama olduğuna inanmıştı Zülfikar’ın bu ani kayboluşunun ardından.



Gülümsüyordu Güneş koltuğunda, gülümsemesi yerini kahkahalara bıraktı esmer oğlan Zülfikar’ın başına gelenleri düşündükçe…



Hızlıca pedallara basa basa eve gidiyordu Zülfikar. Önce aşkı tanımış ardından utancı yaşamıştı. Tişörtü utançtan sırılsıklam olmuştu, bir fişek edası ile eve girdi, hızlıca merdivenleri çıktı ve yatağına attı kendini Zülfikar. Ağlıyordu, daha önce hiç bu sebepten ağlamamışçasına yabancı idi bu sebepler onun dünyasına. Bir acı vardı kalbinde, bir de heyecan, meydan savaşı yapıyordu bu iki duygu ancak savaşın darbeleri yakıyordu bedenini Zülfikar’ın.

Saatlerce yatağından çıkmamış yemek bile yememişti. Ağlamaktan yorulmuş bedeni acıkma nedir onu bile unutmuşken aklına dahiyane bir fikir geldi Zülfikar’ın. Bu utançtan ancak bu şekilde kurtulacağını keşfetmiş olmanın verdiği mutluluk ile çıktı yatağın içinden yine bir fişek gibi.

Banyoya koştu hızlıca. Çok mutlu idi, histerik kahkahalar atıyordu yalnız başına evde. Ufak tabureyi kaptığı gibi banyo dolabının içine ufak bir karton kutunun içindeki bardağa gizlice yerleştirdiği ölü denizatını çıkardı kutusu ile birlikte. Öyle heyecanlı ve aceleci idi ki hızlıca odasına koşup okul kitaplarının arasından süslü bir defter kabı buldu ve hediyesini özenle sardı. Bir yandan da içindeki su dökülmesin diye özenle hareket ediyordu.

Kağıdı sardıktan sonra kenarlarından selobantla yapıştırdığı gibi fırladı odasından, hızlıca inerken merdivenleri, açtığı gibi evin dış kapısını, atladı bisikletine doğruca meydana koştu.


Meydandaki herkes dağılmış, dağınık gruplar halinde çarşıyı ve sahili geziyorlardı. Daha da hızlı bastı pedallarına bisikletinin Zülfikar. Gözleri Basilia’yı arıyordu ama hiçbir yerde yoktu Basilia. Bir saat tüm çarşıyı ve sahili tekrar tekrar turladıktan sonra bahçeli bir evin önünden geçerken ayran içen Basilia ile göz göze geldi. Nasıl bastı ise frene artık tepe taklak düşmesi bir oldu Zülfikar’ın Basilia’yı görmesi ile… Basilia’nın o tanıdık kikirdemesi bile az sonra vereceği orijinal hediyenin kendisinde yarattığı özgüvenin önüne geçemezdi.

Usta bir uçak pilotu edası ile indi zaten yarı inmiş olduğu bisikletinden Zülfikar. Elindeki paketi ellerini arkasında kavuştururak sıkıca tutar iken, madalyonlu bir asker edası ile Basilia’ya bir göz kırpıp yanına çağırdı. Basilia şaşkın bir şekilde omzunu silkip arkasını dönünce Zülfikar’ın kuru kumdan yapılı karizması darbeler alıyordu almasına ama vazgeçmeyecekti. Tekrar kendisine bakan Basilia’ya elindeki süslü hediye paketini gösterdi uzaktan. Basilia gülümsedi, eli ile “bana mı?” işareti yaptı. Zülfikar bu sefer bir astronot kadar karizmatik ve kendine güvenli idi. “Evet sana” anlamında başını salladı. Basilia küçük ayaklarının yarattığı balerin adımları ile kendisine ilerlerken Zülfikar hafiften titremeye başlamıştı. Birkaç adımda yanına gelen Basilia’ya süslü paketi verdikten sonra “Bunu ben denizde yakaladım iki gün önce “ diye sanki sağır bir insanla konuşurmuşçasına bağırıyordu. “Ben” diyordu, eli ile kendini göstererek, “bunu” diyordu denizatını göstererek , “denizde” denizi göstererek. Basilia gülümsedi ve arkasını dönüp utangaç bir şekilde ailesinin yanına kaçtı.

Zülfikar’ın havasını değil bir Amerikan Ordusu tüm dünya birleşse yıkamazdı artık. Öyle bir havaya girmişti ki arkadaşlarının yanına varmak üzere pedallarına basarken bisikletinin, adeta uçuyordu havalarda.

Yavaş yavaş hava kararırken bir müddet arkadaşları ile sahilde vakit geçirdikten sonra eve uyumaya gitti Zülfikar. Yorgundu ama başarılı idi, mutlu idi hem de çok.



Güneş, Ay Dede ile nöbet devrini gerçekleştirdikten sonra yaramaz ışın parçacıklarını da toplamış evine uyumaya gitmiş, derin bir uykunun ardından, saatler geçtikten sonra tekrar nöbeti yaşlı Ay Dede’ den devralmış, yeni doğan günün habercileri horozlara ilk ışınlarını göndermişti bile.



Sabah çalan saatin zili ile fırlayarak yatağından kalktı Zülfikar. Kalkar kalkmaz aklına ilk gelen şey idi Basilia. Dünyanın en güzel kızı Basilia. Birazdan onları götürecek olan motor meydandan kalkacak idi. Ona veda etmesi gerekiyordu, hızlıca üzerine en güzel giysilerini giyip kahvaltı bile etmeden koyuldu yola. Pedallarla dans ediyordu ayakları, elleri direksiyon ile tango yaparken, poposunun bisikletinin selesi ile salsasına tanık oluyordunuz, işte öyle mutlu idi Züilfikar.

Birkaç dakika içinde iskeleye varmıştı. Bisikletini bağladığı gibi meydana, iskeleye doğru koşmaya başladı. İnsanların arasında telaşlı telaşlı bir oradan bir buraya koşturup gözleri ile Basilia’yı arıyordu ki motorun üst katında göz göze geldi Basilia ile. İlk gördüğü anki gibi dondu kaldı, dudaklarının bitiş çizgisi varırken kulaklarına, kafa birkaç derece yana eğilmiş, ağzı açılmıştı. Dün kazandığı o karizmatik görüntünün yerinde yerler esiyordu, aptal aşık idi şimdi Zülfikar.

İşte bu hava Basilia’nın Zülfikar’a birkaç saniye bakıp da kahkahalara boğulmasının ardından daha da aptal bir görünüme büründü, üstelik Basilia’nın kahkahaları ile motordakiler de dönüp Zülfikar’a bakmaya başlamışlar, kahkahalar atıyorlardı. Anlam veremedi zavallı Zülfikar, bir yandan Rumca kelimeler havada uçuşuyor, bir yandan kahkahalar motorun ikinci katından ufak kaya parçacıkları gibi kafasına kafasına atılıyordu sanki. Basilia durmuyordu, kahkahaları yuvarlanan bir kartopu nasıl gitgide büyürse öyle büyüyordu işte. Anlam veremiyordu Zülfikar olan biten her şeye motorun iskeleden ayrılan görüntüsü eşliğinde kafasının etrafında uçuşan soru işaretleri müzik notalarının ve kahkahaların arasında kayboluyordu…

Kalbi kırık, gücü tükenmiş, yüzü düşmüş bir şekilde etrafına bile bakmadan eve dönmeye karar verdi. Az önce meydana bağladığı bisikletine atlayıp enerjisi tükenmiş bir şekilde tuttu evin yolunu. Mutsuz ve ağlamaklı bir şekilde eve giren Zülfikar’ı ninesi holde karşılayıp ve kahvaltıya çağırınca bu kırık aşk hikayesini zengin bir kahvaltı ile sonlandırmaya karar vermiş, masadaki yerini almıştı. Yavaş yavaş atarken lokmaları ağzına gözyaşları gözpınarlarına asılı kalmış akmamak için yerçekimine inat direniyordu.

Kahvaltısını bitirip odasına çıkmaya koyulmuştu ki ninesinin kendisine seslendiğini ve hatta söylendiğini işitti;

- Kör olasıca evde bir koyduğum bir şeyi de bir kere bulabilsem, nerde bunlar lanet olsun bir kahvaltı da mı yapamayacağım ben,

- Nine neyin var? Neden bağırıyorsun?

- Ben bağırmayım da kimler bağırsın, ilaç saatim geçti kahvaltı yapıp ilaçlarımı içemiyorum,

- Neden ki?

- Neden olacak takma dişlerim kırıldı, eskisini de banyo dolabına kaldırmıştım böyle günlerde lazım olur diye bulamıyorum şimdi, hayır kim ne ister takma dişlerimden bir anlasam kaldım böyle dişsiz dişsiz,

- Nine!?! Takma diş mi dedin? Banyo dolabı mı dedin? Nine sen ne yaptın? Takma dişlerini benim denizatımın olduğu kavanoza mı koydun?

- Ha evet bir baktım içinde garip bir şey, gözlerim de seçemiyor zaten, döktüm klozete bir güzel çamaşır suyu ile yıkadım kavanozu, attım eski takma dişlerimi içine, ondan iyi kavanoz mu bulacaktım ama hay aksi nerdeki şimdi? Neclaaaa Neclaaaa kızım sen gördün mü benim kavanozu?… Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi… Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…


Dünya başına yıkılmıştı Zülfikar’ın, şu kısacık ömründe hiç bu kadar mağmaya yolculuk yapmak istediğini düşünemezdi Zülfikar. Yer yarılsa da içine girse yetmezdi, o şimdi uzayın derinliklerine doğru yol almak, evren de asılı kalmış sönük bir yıldız kadar uzaktan Basilia’ya bakmak istiyordu, kim bilir belki gökteki her bir sönük yıldız böyle bir utancın tohumu idi…


08.06.2008

SERPİL KÖSE


NOT:Ekteki çocuğun fotoğrafı tarafımca Ayvalık'ta 18 Mayıs 2008'de çekilmiştir.



2 yorum:

sezgihan dedi ki...

merhaba ,

güzel bir öykücük okudum az önce. ayvalığı ve cundayı bende çok severim. ayrıca sarmısaklı yolunda cennet koyunun hemen yanında "çamlık camping " adında bir campingte kalmıştım ve o civarın tek kamp alınıdır. cunda adasında da bir iki tane var. umarım ayvalık fotoğraflarınızı ve diğer fotoğraflarınızı "gezi - yorum" sayfanızda yayınlarsınız . öyküye gelince , anladığım kadarı ile bunlar deneme yazılarınız . okurken sorun bulduğum yerleri biraz söylemek istiyorum. eleştirmek, çekiştirmek, niyetim değildir , okur-sever olarak söylemek gerekir ise ;

ilk paragrafta kullanılan "mağrur" kelimesi ile ikinci paragrafta kullanılan "mahmur" kelimeleri özenle seçilmiş kelimeler gibi duruyor . sanki yazar, bu iki kelimenin dile getirilmesin(i)e, kendine şartlandırmış hiissi veriyor ve bu his, akıcılığı bozuyor.bence giriş bölümünde zurnanın zırt dediği yer bu iki kelime ile başlıyor.

bir de, nine. konuşurken pek nine gibi konuşmuyor. mesela; " zeus heykeli " yerine , daha farklı bir kelime kullanılabilir ve fakat, okucu bunun , aslında zeus anlamına geldiğini tahmin edebilirdi. birde " umumi wc " , " stant reklam tabelası " , gibi kelimeler yerine, daha uygun kelimeler kullanılabilirdi. "umumi wc" bu öyküye pek uymamış . tabii öyküye mizahi bir yan katmak gibi bir etkide olabilir bu ,ama benim gibi basit okuyucuların bunu fark edemeyeceğini düşünüyorum.

en son okuduğum ve çok beğendiğim öykü yazarı ve kitabı ; erdal öz ve havada kar sesi var . bu kitapta bulunan en sevdiğim öykü ise " vah yunusum , vah canım " isimli öykü. son zamanlarda hiç böylesine etkili bir girişin yapıldığı bir öykü okumamıştım .

sizin öykünüzün konusu güzel . fakat; bu güzelliği yalnızca sonuç bölümünde bulunan sürpriz verebiliyor. giriş etkisiz , okuyucu olarak zor bir durum . okurken geçiş zorluğu yaşadım .

yazılarınızı ilgi ile takip ediyorum .


hoşçakalın

serpil dedi ki...

Öncelikle merhaba

Yorumunuzu çok geç okuduğumu düşünerek üzülüyordum ki dün yazdığınızı keşfettim ve daha kısa sürede cevap verdiğim için çok sevindim. Kendi blogumda yorum yapıldığında beni uyaran bir sistem var aynı sistemi buraya da kurmalıyım demekki.

Öncelikle bu kadar uzun bir öyküyü (yada öykü denemesi diyelim) sabırla okuduğunuz için çok ama çok teşekkür ederim. Bu benim için o kadar önemli ki hikayemi yerden yere vursanız da gam yemem artık.

Tespitlerinizin oldukça yerinde olduğunu düşünüyorum, özellikle ninenin konuşması ve stant tabelası hakkında çok haklısınız ancak ninenin "Zeus" benzetmesi daha sonra benim de gözüme battığında şöyle düşündüm, malum bir Egeli Teyze olarak ve gençliğinde Rumlarla yaşamış biri olarak Zeus kelimesinin onun ağzında yabancı durmayacağına kanaat getirdim, bu teyzemiz Doğuda yada İç Anadolu'da olsa belki daha göze batardı diye kendimi kandırdım :)


"Mağrur" ve "mahrur" kelimeleri ile ilgili tespitlerinizin beni şaşırttığını söyleyebilirim hatta ne demek istediğinizi anlamak için birkaç kez okudum. Belirtmiş olduğunuz zorakilik olmasa da okuyucu da böyle bir his uyandırmasını anlayabildim sonunda, sonuçta kulağa hoş gelen iki kelime yani direk anlatımı kurtarmak için süse başvurulmuş izlenimi uyandırıyor öyle değil mi? Kastettiğiniz bu sanırım.


Fotoğraflar konusuna gelince 19 Mayıs'da yaptığım Kuzey Ege Turu fotoğraflarını kendi blogumda yayınlamadım henüz ama yaklaşık 50 tane filan pozum var, başlangıç ve ilk gezi olarak çok amatör de olsalar görmenizi isterdim.

Gezi ve fotoğraf blogumu takip etmeniz hatta onunla da yetinmeyip hikaye blogumu okuyarak yorumda bulunmanız gerçekten beni çok mutlu etti.

Daha çok yorumlarınızı okumak isterim.

Ben de bu gizli takipçimi merak ettim ve blogunuzu gezdim ve gözlerime inanamadım. Çekmiş olduğunuz fotoğraflar bir harika, onlara bakarak öğreneceğim çok şey var, o yüzden şunu bilin ki bundan sonra blogunuzu daha sıkı takip edeceğim. Ben de birgün sizin gibi usta bir fotoğrafçı olurum kimbilir :)


Şimdilik bu kadar.

Bu blogda başka yazılarım da var. Yanda "Serpil'in yazıları" butonuna basarsanız sadece benim yazılarım dökülecektir.

Hepsini okumanızı ve aynı incelikle eleştirmenizi isterim.


Sevgiler.

KOlay gelsin.