28 Şubat 2008 Perşembe

Yıldızlar Sır Tutar Mı?

- Uyuyor musun? Uyan! Kurtul kalabalıktan. Sadece ikimiz kalalım bu koğuşta.
- Uyandım, sesinle uyandım, koğuşa sızan o tanıdık ılık nefesin böldü uykumu, parçaladı düşlerimi. Arındım kalabalıktan bak, hadi sor, yalnızız bu koğuşta nasıl olsa, alt ranzadaki Ahmet var ya köyündeki yavuklusunun yanında şimdi, derenin kenarında kafasını dizlerine koymuş… Ürkütmeyelim onları. Ama sen sor!
- Şimdi sen uzakta yabancı bir şehirde iken benim kendi şehrimde gördüğüm bir yıldızı görebiliyor musun?
- Evet! Tüm yıldızlar dünyanın her yerinden aynı anda görülebilir, gördüm o yıldızı.
- Yani ben şimdi geçen gece seni düşünüp de bir yıldıza bakakalmışken ve özlemişken seni dolu dolu, yıldızı sen yerine koyup da sohbet ettiğimde duydun mu o konuştuklarımızı?
( Gülümsedi)
- Evet hepsini duydum, haydi sor! Bunu yıldız bilemez bana sor!
- Ona sor dedi zaten, vermedi bana hiçbir cevap, sen uyuyormuşsun koğuşunda, yarın yapacağın antremanın sıkıntısı girmiş bedenine terliyormuşsun, üstelik bir de özlem varmış kalbinde, sağ omzunda hasret, sol omzunda ise kırgınlık asılı kalmış…
- Doğru söylemiş.
- Terlemişsin…
- Terledim ama sen sor!



- Sen şimdi yıldıza söylediklerimin hepsini duydun mu yani? Yoksa anlattı mı sana? Nasıl olur, sırlarımı vermiştim ona seninle ilgili… Evrene de mi güvenemeyeceğim ben. Hay aksi!
- Yıldızlar sır tutamıyor. Bak sana ne diyeceğim, o geceleri yaydıkları ışıklar var ya hepsi birinin sırrıymış. Her yıldız bir sır yani düşünsene ne çok sır var.
- Sahi mi?
- Sahi ya! Neden bunları ben gitmeden bana sormadın?
- Soramadım, senin üstüne bir başkasını sevdim biliyorsun, bakamıyordum gözlerinin içine, sana aşık gözlerin yerini ona aşık gözler almıştı, sana baksın istemedim.
- Biliyorum, eski gözlerin değildi artık. Mutlu etti mi seni bari? Biliyorsun en önemli şeydir senin mutluluğun.
- Etmedi…Elimde bir zamanlar sana verdiğim o çiziksiz kalbin delik deşik olmuş kalıntısı var şimdi.
- Yazık.
- Sana her şeyi anlattığım o gün var ya, saçlarımı okşamak üzereydin, senin değildi ya artık o saçlar, durdurdum seni, yeni sevgime leke gelmesin istedim.
- Leke geldi mi peki?
- Ben getirmedim leke ama üçüncü şahıslar çamur sıçrattı, mikrop kaptı.
- Biliyorum değildi mesela o saçlar eskisi gibi, o parka giderken arkadan seni takip ediyordum ya – bilirsin arkandan seni takip etmeyi hep çok sevmişimdir- saçlarının dalgalanışı değişmişti.
- Sahi mi?
- Sahi ya.
- Ya ellerim? Ellerim de değişmiş miydi?
- Değişmez mi? Çayı karıştırıp da garsona bakınırken ellerin dikkatimi çekti, bir başka tutuyordu çay kaşığını sanki. Serçe parmağının o hep bildiğim bükümü değişmişti.
- Sahi mi?
- Dudaklarının rengi, hımmm nasıl anlatsam, tazelenmişti, aşkının ateşi vurmuştu etine, işte o zaman o aşkın bana ait olmadığını anladım.
- Soldu dudaklarımın rengi yine, fark ettin mi?
- Yazık.
- Saçlarım ise dalgalanmıyor bile…
- Çok mu üzüldün.
- Çok!
- Sevmedi mi seni?
- Çok sevdi, hala sevdiğini söylüyor, ama sen bana derdin ya hep ördekleri kedileri severken canını çıkaracak kadar sıkmak istiyorsun, o da öyle sevdi beni. Fareler ve İnsanlar’daki Lenin gibi…
( Gülümsediler…)
- Hadi artık sor. Sabah olacak birazdan.
- …
- Haydi..



( Koğuşun tavanına bakındı şöyle bir, parmağını ağzına götürdü küçük bir kız gibi…)

- Seviyor musun beni hala?
- İlk günkü gibi…
- Sahi mi?
- Sahi ya!
- Sana ait kalp bir başkasına gidip gelse de mi yani.
- Gidip gelse de gelmese de. Sen mutlu ol yeter ama bensiz ama benle. Sen üzülme yeter. Kimse üzmesin seni.

( Sarıldılar sımsıkı, aylar önce askere uğurlarken sarıldıkları gibi. Sımsıkı… Kemiklerinin çıtırdamasını bile duyardınız yanlarından geçseydiniz belki. Bir yanlarından geçseydiniz, o vakit buz tutan kalplerinin damlayan sularının şıpırtıları rahatsız ederdi kulaklarınızı, ah bir yanlarından geçseydiniz ).

- Gidiyorum ben şimdi, biz hep gittik zaten, hep dar vakitler, gitmeler değil mi?

( Gülüştüler gözyaşları içlerine doğru akıyordu şıpır şıpır)

- Olur da o yıldıza rastlarsam bir kez daha, daha bir fazla ışık yaymasını rica edeceğim ondan, o zaman anla ki yepyeni sırlar vermişim ona.
- Anlarım, hadi git.. Seni bekliyorlar.

(Bakıştılar, el salladı kız, oğlan karanlık boşluktaki uykusuna geri döndü)




“ Güneş ışıkların arasından sızarken”Neredesin?” diye sordu kız;
- Buradayım yanında,
- Yardım et bana göğü göremiyorum,
- Bana bak bende görebilirsin, ben sana dostum.
- Evet gördüm ama nasıl olur? Hem sende hem bende.

Oğlan kıza sarıldı, kız oğlanın elini tuttu. İşte onlar iki gerçek dosttu bir göğü iki kişi paylaşabilen.”

16 Şubat 2008 Cumartesi

Tuzlu Yaş Pasta








Uçsuz bucaksız başak tarlasında hızlıca koşarken küçük kız, dedesi yakalamakta güçlük çekiyordu küçük ceylanını. Hasat zamanı neşesine kavuşan başak tarlası ,tarla oldu olalı böyle neşe görmemişti nerdeyse. Bastonuna zar zor dayanarak adeta koşar gibi yapan ak sakallı dede seslendi;
- Sana yetişemiyorum düşeceksin, başına birşey gelecek, bekle beni!


- Bana birşey olmaz, tanrı çocukları korur, sen hep öyle diyorsun ya.


- Ama tanrıyı da fazla zorlamamak lazım.




Kız koştukça yaratttığı rüzgarla sallanan başakların hışırtısı dünyanın en güzel melodisi olmuş, ilerde akan derenin şırıltısı ile adeta senfoni oluşturuyordu.Yorulup da şöyle bir yere attığında kendini kız, ilerden kendisine zar zor yetişen dedesini görüp bir kahkaha attı ve ekledi;

- Dede! Eski toprak ne demek?

- Hımmm! Güzel soru kızım, şöyle bir oturayım, bugün yine güzel soruların olacak demek ki bana... Eski toprak... Koca bir yalan kızım. Bizim gibi miyadı dolmuş adamların kendini iyi hissetmesi için uydurulmuş bir yalan, Yaşlı adam cebinden çıkardığı mendili ile terini siliyordu. Nefes nefese kalmıştı.

- Dede! Peki aşk ne demek?

- Nerden çıktı, nerden duydun bakayım sen bunu?

- Geçen gün babamın kütüphanesinden aldığım kitapdan okudum, dede anlatsana aşk ne demek?

- Yalan kızım, yalan diyeceğim ama sana yalanlarla örülü bir dünya tanıtmak istemiyorum. Anlatmaya çalışayım o halde. Şu karıncaya bak, sırtındaki yükü görüyor musun? Ağırlığının kaç misli değil mi?

- Evet çok ağır olsa gerek.

- İşte buna çalışma aşkı denir kızım.

- Ama okuduğum kitapta böyle değildi dede?Aşk ne demek dede?

- O zaman şöyle diyelim, büyükannenin hastalığını hatırlıyor musun? Doktor ona bir ay yaşayacaksın, yatağından kalkma dediğinde doktoru dinlemiş miydi?

- Hayır, her sabah kalkıp tarlaya gitti.

- İşte buna mesela yaşama aşkı denir küçük kızım.

- Hayır dede! Saklama, kitapta böyle demiyordu. Dede! Aşk ne demek? Anlat! Doğruyu anlat!

- Peki, gerçeklerden kaçış yok demek ha! O zaman yine büyükannenin hastalığını hatırla. Geceleri nasıl sanrılar geçirdiğini, ağrıları dindiğinde nasıl yaşama sevinci duyup çocuklar gibi sevindiğini, ilacını aldıktan sonra huzurla senin saçlarını okşadığını, sana masallar anlattığını hatırlıyor musun? Sonra ağrıları başladığında nasıl da agresifleştiğini, etrafı döküp yıktığını hatırla...

- Hiç unutur muyum ?

- İşte aşk da böyle birşey.

- Anlamadım, Şimdi aşkın içinde hem acı, hem nefret hem de mutluluk mu var? Ama nasıl? Tuzlu yaş pasta gibi mi yani , diyip bir kahkaha attı.

- Evet hepsi var güzel kızım, dünyada başka bir duygu daha yok böyle zıt duyguları barındıran, senin de birgün başına gelecek, sen de anlayacaksın.

- Peki büyükannem neden öldü dede?Aşık mıydı yani? diyip arsız arsız güldü.

- Aşkın ömrü kısa güzel çiçeğim, büyükannenin de hastalığı tıpkı aşk gibi kısa sürdü, aldı onu aramızdan, cennete götürdü.

- O zaman aşık olmak istemiyorum ben, tuzlu yaş pasta yemek istemiyorum ben dede, diye bağırırken kız başak tarlasında, uzaklarda bir yerlerde gazeteler aşk uğruna işlenen cinayetlerden, törelerden, infazlardan ve suçlardan bahsediyordu. Böylesine güzel bir duygunun neden olduğu olaylar silsilesi şairlere, yazarlara ilham oluyor kitaplar ve hatta destanlar yazılıyordu...





Aradan geçen uzun yıllardan sonra ağrıyan dizlerinin üzerinde zorlukla duran kadın güneş gözlüklerinin altından akan gözyaşlarını kazağının kolu ile silerken yirmi yıldır her daim eklemlerinde hissettiği o sızılar bir demir yumruk olmuş beynine beynine vuruyordu. Gitmenin vakti gelmişti, dedesinin aylık mezar ziyaretini yaptıktan sonra manava sonra markete gitmeli alışverişini yapıp yemekleri hazırlamalıydı çelimsiz kadın. Zorlukla kalktı ayağa. Onsekiz yaşında tutulduğu aşk hastalığını paylaştığı kaba, kıymet bilmez, küfürbaz kocasının vücudunun her noktasına isabet eden darbelerine göğüs gererken ışıldayan gözlerinde el sallayan dedesini görecekti başak tarlasında....Her akşam olduğu gibi bu akşamda.



Serpil Köse


2006 -11

Anafartalar Çarşısı'nda Sahipsiz İki Bacak

Anafartalar Çarşısı'nda Sahipsiz İki Bacak

Sabah her zamanki gibi kahvaltısını yapmadan yola koyulan Muzaffer, kapıyı kapattıktan sonra farketmişti anahtarlarını içeride unuttuğunu ( boşverseydin Muzaffer, sen o eve bir daha dönemeyecektin nasıl olsa ). Son günlerde aklı bir karış havada idi. Yıllardır peşinden koştuğu sevdalısı ile hayatlarını birleştirmelerine sadece birkaç gün kalmıştı. O nazlı gözler, o yasak dudaklar ve beden birkaç gün sonra sadece kendisine ait olacaktı. Çok sevinçliydi, çok da umutlu idi. Şimdiden doğacak çocuklarının mesleklerini bile düşünür olmuştu, asla babaları gibi olmayacaklardı, yani asla "güvenlik görevlisi" olmayacaklardı, babaları gibi "güvenliğin" adının sadece sözlüklerde yer aldığı bir memlekette. Bilseydi Muzaffer az sonra başına gelecekleri, eminim gülerdi hayatın kendisine yaptığı bu acı şakaya, "güvenlik" ne demekti ki memleketinde, görevlisi olsun...





Çatlamış ellerini ve nasırlaşmış kalbini ortaya koyarak bir veda mektubu yazmaktaydı G üven sabah yatağında. Önce dava arkadaşlarına veda edecekti -sahi "davaları" neydi- ? Neyse, dedi, şöyle sıkıca bir iç çekti, bundan sonra davanın ne önemi vardı ki... Muzaffer'in tersine, Güven, kendi ismindeki ironinin bal gibi farkındaydı, hele "o gün" daha da bir farkında idi. Dedesinin ismi idi Güven. Dedesi Sivas'da bir koru bekçisi imiş, hiç tanımamıştı onu Güven, o yüzdendir belki de hayatın bu acı ironisinin bir kara bulut gibi Ankara'nın kalabalık bir semtine çökmesi, belki de sevgi eksikliğinden di Ankara'nın o acı gününün sebebi. Hayatın son zamanlarda canı sıkılmış olmalı. ...
Ankara'nın kıştan kalma son serin günlerinin insanın teninde yarattığı ürpertinin bile farkında değildi Muzaffer. Öyle masum, öyle aşık, öyle umut dolu gidiyorduki işine. Öğlenleyin siparişini verdiği damatlığını alacak ve kadını ile buluşup yemek yiyeceklerdi Ulus'da. Geçen hafta gözü Tiramisu'da kalmıştı ya sevdiğinin, bu sefer ona süpriz yapacaktı, koskoca bir tiramisu alacak, üzerine de onu sevdiğini yazacaktı, şöyle kahve tozlarının üzerine parmakları ile muzip muzip... Şimdiden tahmin edebiliyordu sevdiğinin gözlerindeki ışığı, kör olacaktı Muzaffer belki sevgiden belki de gözlerindeki ışıltıdan lakin kör oldu da Muzaffer...
... Başı dimdik ve kararlı bir şekilde evinin merdivenlerinden inerken Güven farketti anahtarlarını unuttuğunu, boşver dedi, bir daha bu eve dönemeyeceğim nasıl olsa...Hayatı geçti gözlerinin önünden bir anahtar deliği kadar dar bir delikten dışarı bakarcasına bulanık. Çirkindi,çok çirkindi, kendini hiçbir zaman yakışıklı bulmamıştı, hiçbir kadın dönüp de bakmamıştı kendisine, hiçbir fotoğraf makinesi çekmemişti yüzünü polis kameralarından başka lakin boy boy gazetelere çıkmanın vakti gelmişti artık ama öyle ama böyle.
... İşyerinden içeri girdiğinde cep telefonunun titrediğini anladı Muzaffer. Bir güvercin çırpındı kalbinin kafesinde, hani çocukken salıncakta sallanırken bir ileri bir geri gidince içiniz pırpır eder ya, kahkaha atasınız gelir ya, işte öyle birşeydi Muzaffer'in o an yaşadıkları, sevdiğinin adı yazıyordu ya kocaman ekranda, ah ne kadar beklemişti Muzaffer, o isim tarafından aranmayı bir zamanlar. Gelinlik provasına gideceğinden bahsediyordu o ilahi ses, saçlarını topuz mu yapsındı yoksa onun sevdiği gibi at kuyruğu mu yapmalıydı. "Sen nasıl istersen gülüm, benim için her halükarda güzelsin sen" dedi Muzaffer ama kadın milleti tatmin olmuyor illa bir cevap bekliyordu, onu mutlu etmenin yollarını adı gibi bilen Muzaffer biliyordu bir seçim yapmanın vaktinin geldiğini " at kuyruğu" dedi "at kuyruğu yaptır ama bir de kırmızı ruj sür düğünde " dedi demesine ama muhasebedeki kadının kendisine gülümsediğini de farketmedi değildi hani. Utandı Muzaffer, "kadın milleti" dedi telefonu kapatırken, güvenlik bölümüne geçti, üniformalarını giymeye başladı, taktı silahını beline, çekti şapkasını başına, işte şimdi tüm ülkesi güvende idi Muzaffer'in...
Malzemeyi teslim alacağı gecekondunun yollarını ezberlemişliğin verdiği güven ile uyukluyordu otobüste Güven. " Son uyumam" bu dedi, " birkaç saat sonra derin bir uykuya dalacağım" diye düşünürken, karşı koltuktan kendisine bakan kırmızı elbiseli, dağınık saçlı bir kız çocuğunun bakışları ile karşılaştı. "Ne var, hiç mi çirkin görmedin" diyecek oldu, sustu, ölümsüz hayatına vardığında bu sefer güzellik kurallarını kendisi koyacaktı Güven, kararlı idi...
... Masa başında geçen sıkıcı ve herbir dakikasının o mutlu(!) ana yaklaştığı saatlerde kendisine verilen külüstür, eski moda bilgisayarda şöyle bir gazete haberlerini dolaşmak istedi Muzaffer. Çok çirkin şeyler yazıyordu gazeteler, katillerden, tecavüzcülerden, politikacılardan bir de çıplak kadınlardan bahsediyordu gazeteler. "Dünyanın çivisi çıktı, biri dur demeli artık " diye iç geçirdi Muzaffer, ekranı kapattı, tatlı rüyalara daldı, ufak sorunlarını düşünmeyi yeğliyordu son zamanlarda, mesela damatlığı için seçtiği renkte acaba yanılmış mıydı? Peki o siyah ayakkabılar çok mu spor kaçıyordu damatlığının altına?
... Emanetini bir çantanın içerisine koyup dava arkadaşları ile birer birer vedalaştıktan sonra aç karnının gurultusunu bile hiç sayarak koyuldu yola Güven. Yukarlardaki melekler bile kalbinin çirkin kokusundan konamaz olmuştu Güven'in omzuna. Birşeyler yapmak gerekiyordu, birşeyler yapmalı idi melekler. ... Omzuna bir el dokununca daldığı derin uykudan irkilerek uyandı Muzaffer. İş başında bu kaçıncı uyuması idi. Ya patrona yakalansa idi, neyse ki canı gibi sevdiği arkadaşı kendisini uyarmaya gelmişti, "bak Muzaffer, bir dahakine seni ben bile kurtaramıyacağım oğlum, kendine dikkat et" derken melekler uçuşuyordu güvenlik kabininin içinde. Çırpınıyorlardı, daimi olarak çırpınıyorlardı ancak kötü kaderin keskin yazısına işlemez olmuştu kanatlarının çıkardığı sesler...Öğle vakti gelmişti, Anafartalar Çarşısı'na da öğlen vakti gelmişti...
... Hızlı adımlarla ilerlerken ortak noktaya her ikisi de son kez gökyüzüne baktı(lar), son kez birşeyler indirdi(ler) midelerine. Biri son kez saçlarını tararken sevdiğine güzel görünmek için diğeri aynalardan kaçıyordu son kez. Kalbinin aynalara akseden o kara gölgesi ve burnunu sızlatan kekremsi kokusu son kez rahatsız etti Güven'i. Son kez uçtu Anafartalar Çarsısı'nın önüne konan güvercin, son kez para kazandı tezgahtar Tuba, son kez seyyar satıcı Adem Usta sürdü arabasını Anafartalar Çarsısı'nın girişine... Sevincinin umudunun ve sevgisinin enerjisi ile çalışan bedenine uyumlu bacakları hızlıca getirdi Muzaffer'i çarşıya. Kapının girişinde karşılaştırdılar Muzaffer ile Güven. Her insan gibi bakıştılar bir anlık. Melekler vardı etrafta irili ufaklı. Siz görmediniz onları...Kimse görmedi ki onları. Birkaç adım attıktan sonra kendisine çevirilen bakışlara aldırmayan Güven çekerken bombanın pimini, " bu senin için otobüsteki küçük kız" " bu sizin için yüzüme bile bakmayan kadınlar" diye bağırıyordu cansız bedenler teker teker uçarken havada, camlar parçalanıyor, çığlıklar atılıyor ve korkunç bir gürültü kopuyordu o gün Anafartalar Çarşısı'nda... En nefret ettiği güdük bacakları kopmuştu bedeninden önce Güven'in, sahipsizlerdi artık, şimdilerde bir morgda sahibinden habersiz donuyorlardır kimbilir...

Muzaffer mi? Damatlığı üzerinde can verdi Muzaffer, damatlığının iğnelerinin batışı bile tatlı gelirken ona son günlerde, acı kader nedir tam da unutmuşken, Güven'in "güvensiz" ülkesinde verdi canını... "At kuyruğu " dedi "at kuyruğu yaptır ama bir de kırmızı ruj sür düğünde " ...

23.05.2007

SERPİL KÖSE

Eros'un Hatası

Vakti zamanında ulu bir dağın tepesinde tanrıların canı sıkılmış olacak ki yeryüzüne bir melek indirmeye ve gönderdikleri bu meleğin, kendilerine dünyadan birşey getirmesine karar vermişler. Seçim yapılırken ise tek kriterleri aşkı hiç tatmamış birinin olmasıymış. Haftalarca şenlikler yapılmış, yemekler kaynatılmış, oyunlar oynanmış ve sonsuz boşluğun en melek kızının seçimine gelmiş sıra. Adaylar belirlenmiş, sandıklar düzenlenmiş,sıra gelmiş kral tanrının sandıktan bir kağıt seçmesine.



Ahali, merakla seçilecek kişiyi beklerken kenarda kızıl saçlı, ufak bir kız olan Cecile gizli saklı dualar ediyor, kendisinin seçilmemesini dilerken, sonsuz boşlukta, aşk hakkında anlatılan acı efsaneler yankılanıyormuş kulaklarında. Derken derin bir sessizlik kaplamış ortalığı, kral tanrı şöyle bir elindeki kağıda baktıktan sonra küçük Cecile’i arar gözlerle kalabalığı süzmüş ürkek kızla göz göze gelmiş, ahali ise çoktan alkışı başlatmışmış bu esnada.


Artık tebrik edenler mi olmamış, ağlayanlar, oynayanlar mı olmamış lakin keskin bir duygu silsilesi kaplamış ortalığı.



Cecile kaderine razı bavulunu hazırlayıp tek tek vedalaşırken ahali ile onu bir daha hiç göremeyeceğini düşünen anne ve babası, hastalıktan yataklara düşmüşler ama ne çare! Emir tanrılardan çıkmış bir kere, sonsuz boşlukta tanrının karşısında boyun kıldan ince...

Işık hüzmeleri ve binlerce meleğin yardımıyla yeryüzüne inerken Cecile, yeryüzündeki tüm çiçekler, tüm kuşlar daha bir hareketlenmiş ancak insanoğlu, günlük koşuşturmasının içerisinde farkına bile varmamış bu doğa olayının.

İndiği çiçek tarlasınının ortasından çıkarak koyulmuş yola Cecile, ürkek ürkek bakarken yeryüzüne, karşısına bir okul çıkmış. İnsanoğlunun içine karışmanın yollarını öğrenmiş ve okulun koridorlarına sokulurken sinsi sinsi içindeki yüce güçler insanların merak ve öğrenme yetilerini alıyormuş birer birer. Kimse sormamış lakin kimsin diye.

Aylarca okulun koridorlarında dünyalılar gibi vakit geçirdikten sonra bir sabah vakti yakınından geçmekte olan siyah saçlı, yeşil gözlü genç bir delikanlının farkına varmış. Eros ve müridleri, peşinde koşmaktan yorulduğu Cecile’i biraz sınamanın vakti geldiğine inanmış olacaklar ki saplamışlar aşk oklarını acımasızca. Aşık olmasına olmuş da Cecile, delikanlının bir derdi varmışmış. Dünyalıların "madde bağımlısı" dedikleri dayanılmaz bir hastalığın pençesinde kıvranmakta imiş. Her geçen gün ölüme biraz daha yaklaşırken delikanlı, Cecile’in aklına içindeki yüce güçler gelmiş ve birgün durdurmuş oğlanı koridorda, tutmuş ellerinden, öpmüş dudaklarından. Dudaklarından öpmüş, öpmüş, öpmüş. Öptükçe daha bir dinçleşirken delikanlı, Cecile’in saçlarında aklar, alnında kırışıklar peydah olmuş. Gözlerini açtıklarında çocuğun gözlerinin altındaki o mor halkaların yerini taptaze bir tene bıraktığını görmüşler. Görmüşler görmesine ama güzelliğinden ödün veren Cecile’in ise yüzüne bakılır yani kalmamış olacak ki genç delikanlı kaçar adımlarla uzaklara gitmiş, çok uzaklara.



Güçsüz kalan Cecile şöyle bir bakmış bulutların üstüne, kral tanrıdan medet umarcasına ama henüz tatmin olmamış bencil tanrılar.

Yola koyulmuş Cecile. Az gitmiş uz gitmiş. Yolun üzerinde güneşin batmakta olduğu üç yanı denizlerle çevrili bir müslüman ülkesinin doğusunda konaklamaya karar verdiği vakit yorgunluktan durduğu yerde bayılmış. Birkaç saat sonra gözlerini açtığında kendini genç, esmer, iri yarı, kalın dudaklı, gür siyah saçlı bir delikanlının kollarında bulmuş. Başta utangaç gözleri varmış delikanlının her fırsatta kendinden kaçan ancak hasta olduğu günlerde delikanlı ile daha fazla kaynaşınca o utangaç gözler kendine gelmiş, lal diller çözülmüş, yerini samimi duygulara bırakmış bir de . Başta kendisinin geçici ve doğaüstü bir varlık olduğundan habersiz delikanlı aşık olurken kıza, Cecile, ilk defa tanrı Eros’un okları olmadan kalbinde derin bir ağrı hissetmiş. Ne doktorlar çare bulabilmiş bu hastalığa, ne de tanrılar yukarıdan müdahele edebilmiş. Oğlanın kendisinden ayrılma vakti geldiğinde söz vermişler birbirlerine, unutacaklarmış sözde birbirlerini lakin hiç de öyle olmamış. Ufak bir kartopu gibi lekesiz başlayan aşk yuvarlandıkça, araya hasret girdikçe, dev bir kaya gibi yıkılmaz ve haşmetli bir hale gelmiş. Önce gözyaşları ile eritmeyi denemiş delikanlı, sonra araya başka sevdalar sokmuşlar, bakmışlar olacak gibi değil, kız oğlana şarkılar mı söylemezmiş, oğlan kıza şiirler mi yazmazmış, kartopu olmuş Toros Dağı, kayalaşmış, betonlaşmış, sertleştikçe Ferhat'ın işi daha da zorlaşmış.

Bu sırada Cecile’in anne ve babası feryat figan ederlerken yukarıda Tanrılar tekrar bir araya gelmişler ve bir karara varmışlar bu gidişata dur demek için.

Yeryüzüne merhametli bir erkek melek indirmeye karar vermişler ve nihayet uzun seçim süresi sonunda Türkiye’nin İç Anadolu Bölgesi’nin bir köyüne bir erkek melek inmiş. Melek inmesine inmiş ama ne vakit ki Cecile’in karşısına çıkmış Tanrı Eros yukarıda bir yerlerde uykuya dalmışmış, aksilik bu ya.

Cecile ve erkek melek birbirlerine rastladıklarında o yüce Toroslar bir miktar yarılmış ama öyle bir yarılmış ki aradan güneş ışıkları yayılmaya başlamış.Cecile’in içini tanıdık bir neşe kaplamış, sarsılan dağın ardındaki gökyüzüne “Nerdesin Eros?” diye bakınırken, erkek melek çoktan yolunu almışmış ve artık yapılacak hiçbirşey yokmuş çünkü yirmidört saat içinde tanrısal özelliklerini kullanmazsa ölümlü haline gelirmiş ve artık erkek melek bir ölümlüymüş. Eros’un tembelliğinden dolayı erkek melek kendisine bahşedilen sonsuz aşkın üzerinden atlayıp geçmişmiş meğerse.

Cecile, uzunca bir yolun ortasında durup yukarıdaki tanrılara seslenmek için kafasını kaldırdığında yüreğinin bir yanı Doğu Anadolu’ya, bir yanı İç Anadolu’ya doğru çarpmaktaymış. Daha fazla bu acıya dayanamayan Cecile’in gözlerinden akan tuzlu su toprağa değer değmez tanrılar yaptıkları hatanın farkına varmışlar varmasına ama vakit çok geçmişmiş.

Cecile ölü bedeni ile arşa doğru yükselirken dünyadan getirdiği gözyaşları sonsuz boşluğun bir köşesine, gençlere ibret olsun diye, özel camdan kapda teşhir edilmeye başlanmış.

İşte derlerki o gün bugündür cezalı Tanrı Eros ne zaman yeryüzüne inse tüm aşıkları baştan şöyle bir ağlatırmış içli içli. Meğerse aşk ile gözyaşı o günden sonra ayrılmaz olmuşlar imiş.


Serpil Köse
28.05.2006